30 Eki 2008

Treni beklerken...


Geçen gün treni... “tren” diyorum ama metro...
Aslında kısaca “T”...deniyor.
Kimsenin sabrı yok uzun kelimelere, cümlelere.
Halbuki biz üşenmeden uzun uzun cümleler kurup, bloglar yazıyoruz.
Sabırlı mıyız yoksa fazla mı cömertiz?


T’yi bekliyordum...bir yandan da gelmeyen T’yi bekleme durumu canımı sıkmasın diye etrafımı seyrediyordum.
Yanımızdan geçen yolun üzerindeki arabalar ve içindeki insanlar.
Hemen yanımda benim gibi treni bekleyenler.
Karşıdaki kafeye girip çıkan öğrenciler.
Yoldan geçmeye çalışan bisikletliler.
Bir sürü insan işte.
Herkesin kendisine göre bir hayatı var ve herkesinki hep en önde.
Mesela şu arabadaki adamın gözlerinden görmek bir 5 saniyeliğine.
Ya da o bisikletli olmak 3-4 saniyeliğine...Böyle yazınca aklıma “John Malkovich Olmak” isimli film geldi. İlginç bir filmdi.

T’yi hala bekliyorum.
Amma da uzun sürdü gelmesi.
Gelmesi uzun sürdükçe durakta bekleyenlerin sayısı artıyor. Bu da demektir ki içerisi o biçim kalabalık olacak.
Hiç sevmiyorum. Kalabalık T’leri...Toplu taşımanın tam adına uygun oluyor...Kalabalık olma durumları ama sevmiyorum.
Hava soğuk olmasa ve zamanımda olsa, yürümeyi göze alacağım.


T’yi bekliyorum.
Karşıdan gelen beyaz saçlı yaşlı ama bakımlı kadın bana gülümseyerek ve dikkatli bakıyor.
Neden Acaba?
Canım sıkılmasın diye yine müzik dinliyorum. Ve evet “Beirut” dinliyorum. Ne yapayım çok sevdim...çok.
Biraz sonra kadının neden dikkatli baktığını anlıyorum. O da müzik dinlemek istiyor, elindeki aypodunu yeni almış...ama bilmiyor nasıl kullanılacağını...Soruyor. Gösteriyorum. Türkiye’de olsa... “Bak Teyzecim...şuna bas..bi de şuna...sonra buradan parmağınla döndür” diyecekken. “Tabii bakın şuraya basacaksınız...sonra şuna basın...evet oldu...” şekline benzer bir muhabbet oluyor.
Kadın mutlu.
Ben de mutlu çünkü ben de anlıyorum neden dikkatli bakmış.
Bu yazıda ne kadar da çok (iki tane aslında) “canım sıkılmasın diye” şeklinde cümleler kurdum di mi?
Ama öyle işte canım sıkılıyor...dayanamıyorum bazen böyle durakta, sırada filan beklemeye. Gereksiz bir zaman kaybı gibi geliyor.
Hani aklımda ben çoktan gideceğim yere vardım. Fakat bedenimizi taşımak zorundayız ya oraya o yapmamız gereken işleri yapabilmek için...evet evet ışınlanma çıksada rahat etsek artık.


T’yi bekliyorum...Karşıdan göründü işte.
Ohh be diyorum...Şimdi de binme şeyi...sıkıntısı.
Tam para atıcam ama T’yi kullanan abi “geç geç” diyor...kalabalık ya iyice sıkışmasın ve T çok beklemesin istiyor.
Seviniyorum...ohhh bee biryetmişbeş(1.75$) daha kurtardık diyorum...Ne kadar da ucuzum ama di mi?...Eee ne yaparsınız bu ekonomi de bir dolar yetmişbeş sentin bile önemi var.


T’deyim ...şimdi sıkışık sıkışık gidiyorum...ama bedava gidiyorum. Yok yok yine de sevmiyorum sıkışıklığı.
Yazının devamı...

Exit Planı


Hayat seçimlerden oluşuyor.
Yaptığımız seçimin bizi getirdiği nokta, başka bir seçim yapmamızı da hemen ardında getiriyor. Kimi zaman ise pişmanlık nedeni oluyor o seçimler. Sonuçlarını bilmeden yapıyor olmamız ise bu işin en can alıcı noktası.
O an da ama tam da o anda seçim yapmak durumundayız, başka zaman değil.
Böylesine zaman ayarlı hayatlarımızın bizi getirdiği noktada durumu beğenmiyorsak hemen bir "exit planı" yapmaya başlıyoruz.
Aslında exit planlarımız en başından mı olmalı acaba?
Hani tıpkı savaştaki bir komutanın yapacağı gibi stratejik kararlar almak...iki adım sonrasını üç adım önceden düşünmek adeta bir satranç oyuncusu gibi.

Ama hayat bize her defasında aynı kartları dağıtmıyor ki. Eğeryaptığımız her seçimi kartların yeniden dağıtılmasına benzetirsek, her defasında elimizde farklı kartlar var...bir önceki ele benzemiyor hiç. 

Bazı insanları görüyorsunuz...her seçimleri tam isabet. Bir sonraki daha da iyi. Sanki para parayı çeker durumunda olduğu gibi. Şahladıkça şahlanıyorlar.

Her durum için exit planı yapmak ya da exit planı yapmayacak kadar sağlam seçimlere sahip olmak.
Hangisi acaba?

Resim: Google İmages
Yazının devamı...

28 Eki 2008

Invincible (Yenilmez)


Bu şarkının sözleri pek bir anlamlı...hani günün anlam ve önemine de mi uygun sanki...nedir?
Tamam tamam...yorum yok...sözleri okuyun ya da zaten blog açılınca çalan ilk şarkıdır kendileri (eğer değilse o zaman aşağıdaki müzik kutusundan "İnvincible - Muse" seçiverin).
Invincible :
Follow through
Make your dreams come true
Don't give up the fight
You will be alright
Cause there's no one like you in the universe

Don't be afraid
What your mind consumes
You should make a stand
Stand up for what you believe
And tonight
We can truly say
Together we're invincible

During the struggle
They will pull us down
But please, please
Lets use this chance
To turn things around
And tonight
We can truly say
Together we're invincible

Do it on your own
It makes no difference to me
What you leave behind
What you choose to be
And whatever they say
Your souls unbreakable

During the struggle
They will pull us down
But please, please
Let use this chance
To turn things around
And tonight
We can truly say
Together we're invincible

Together we're invincible

During the struggle
They will pull us down
Please, please
Let use this chance
To turn things around
And tonight
We can truly say
Together we're invincible

Together we're invincible


Şarkı sözleri Muse grubunun Invincible parçasına aittir.
Resim: Albüm kapağından.
Yazının devamı...

27 Eki 2008

Oysa...


Oysa...ben hayallerimi paylaşıyordum.

En sevdiğim müzikleri müzik kutuma yüklüyordum. Sadece ben değil. Bu sayfalara gelen herkes de dinlesin istemiştim.

Sonra arada bir yazmak yerine çizerim de demiştim.

Bir sürü şey demiştim.
Sonra...
...sonra hoşuma giden filmleri de paylaşayım demiştim. Kitapları da!
Arada yazdığım ve tam anlamıyla aklımın en orta yerinde bağımsızlığını ilan etmiş öykülerimi de çalınma kaygısı olmaksızın yayınlamaya başlamıştım bu sayfalarda.

Kalbimin kapısını sevdiğim insana açmıştım ya hani...işte aklımın ve ruhumun kapılarını da açayım istemiş, özenle ve sabırla kelimelerimi seçmiş cümlelerimi kurmuş...biraz biraz bloglarımı ortaya çıkartmıştım.

Blog yolculuğunda ne kadar da farklı dünyaları, hoş insanları tanımıştım.
Gündelik hayatımda bu kadar orijinal insana denk gelsem ne harika olurdu...ama burada bu sayfalarda denk geliyordum. Mutluydum galiba yine de.

Bu denk geldiğim insanların nedense yazılarında ve anlattıklarında samimi olduklarını düşünüyordum...inanıyordum (Belki de hala saftım ne bileyim).

Belki de herkes ruhunun ve aklının kapılarını azar azar açıyordu ama samimiyetle ve gün be gün.

Kelimelerimi özenle seçiyordum ya hani...işte okuyacak olanlara da gösterdiğim bir özendi bu.

Halbuki daha ne çok şeyler yapılacakken...

...


Arkadaşlarım önce sayfalarına sonra da bu sayfalara ulaşmak için neredeyse fare deliklerinden, bir takım tünellerden geçip gelmeye ve öyle buluşmaya başladılar. Ellerinde ise el feneri yerine “nokta kom” ile biten adresleri vardı.

Şimdi nereye kadar uzanacağı ve ne kadar süreceği bilinmeyen bir macera başlıyordu.
Hayat hani hep çok kısa diyorum ya...ve bu kısacık hayatta küçücük masum meraklarımız bile nasıl da törpüleniyordu.
Ne yazıktı!
Hem bize hem de masumiyetimize...masum hayallerimize çok yazıktı.

Oysa hepimiz hayatlarımızı, hayallerimizi ve biraz da masallarımızı paylaşıyorduk.

 

NOT: Bu yazının tamamını Beirut grubunun “Prenzlauerberg” isimli parçasının eşliğinde yazdım. Siz de öyle yapın o çalarken okuyun...yazdıklarım daha bir anlam kazanacaktır.
Zaten sayfa açılınca ilk çalan parça o parçadır.

resim: coolpix

Yazının devamı...

26 Eki 2008

İnternet 21




İnternet 21.yüzyılda bilgi çağının en güzel örneklerinden biri. Ve elbette her şey de olduğu gibi insan ürünü olan bu “şeyin” de eksik, gedik, yamuk tarafları var.

Diğer yandan bilgi paylaşımının hızlanması neredeyse dünya üzerindeki bir ortak dilin oluşmasına sebep olmaya başlamış durumda.
İngilizce’nin dünya dili olacağı/olduğu düşünülmeye başlamışken, internetin bizzat bunu üstlendiğini görmezlikten gelemeyiz.
Ama görmek istemezsek biz hariç yine herkes görür.  

“Biz” duruyorken yerimizde, “biz” hariç herkes yürür...ve belki koşar da.

“Blog” modern zamanların ve internetin yeni alanı. Bu kadar geniş paylaşıma ulaşması elbette yaygınlığının kolaylığında...bağımsızlığında ve belki özgürlüğünde de.

Blog yazarlığı küçümsenecek bir şey değil.
Bazı köşe yazarlarımız her nekadar küçümsemeye çalışsa ve görmezden gelse de, onlardan çok daha kaliteli yazılar yazabilen insanlarla dolu blog ortamı.
Bu insanların işi de onlar gibi sadece yazmak değil.
Her meslekten insan var.
Her durumda olan insan var.

Bir gün bir blog yazılmaya başlandığını görüyorsunuz. Yazarı hayatı paylaşıyor. Çok az zamanı kalmış öğreniyorsunuz. Sonra son yazısını yazıyor. Bu yazar bir kanser hastası ve tecrübelerini aktarıyor.

Hayatın ne kadar kutsal olduğunu anlatıyor.

Biz ne kadar bilsek desek de...hayatın kenarında bilerek yaşayan bir insanın tecrübesi gibi olamaz...Yoksa olur mu?
Yoksa biz zaten her şeyi biliyoruzdur ve öğrenmeye gerek yok mudur?

Başka bir bloga bakıyorsunuz...spor ile ilgili en enteresan fikirler tartışılıyor.

Ya da ekonomi, siyaset üzerine harika bir dil ile yazılmış yazılar akmaya başlıyor internete...

Elbette arada psikopatlar da var...insanız sonuçta ve yolda yürürken bile kimbilir kaç psikopat hemen yanıbaşımızdan geçiyor bilmiyoruz bile. Günlük hayat gibi internette dolu bunlarla.

Ama nasıl ki günlük hayatımızı illegal insanlar yüzünden iptal etmemeliysek. İnterneti de toptan iptal etmemeliyiz.
“Zaten edilmedi ki!”
Evet edilmedi...O yüzden de edilmemeli zaten.

Blog yazan yargıçlar, avukatlar, savcılar kısacası kanun insanları da var. Blog sitelerinin tümden kapatılmasının önüne geçecek teklifleri onların da verebileceklerini ve fikirlerini paylaşabileceklerini düşünmekteyim.

Bu arada alternatif yollarla kapatılan sitelere ulaşmak çözüm değil, böyle yapmak gözlerimizi sımsıkı kapatmaktır.
Hayatı paylaşmaya yarayan ve bilgi çağının en orijinal araçlarından biri olan blog yazmak küçümsenmeyecek kadar önemlidir.
Medyanın internet siteleri ve blog siteleri varken...gözlerini kapatıp suskun kalması ise düşündürücüdür.
Çözüm, belki de teknolojiyi bilen kanun insanlarının alternatif fikirler/kanun önergeleri sunmasındadır.
Teknoloji ve interneti herkes bilecek diye de bir şart yokken o zaman da internet ve teknolojiyi bilen insanlardan yararlanılarak...özgür ve bir/bir kaç kişinin yaptığı kanunsuz davranıştan ötürü masum insanların da hakkını almayan ve aynı zamanda da kanunlara saygılı uygulamaların/kanunların yapılmasına yardımcı olacak çözümler bulmak işleri sağlıklı bir zemine oturtacaktır.

Yazının devamı...

25 Eki 2008

Yorumsuz

Yazının devamı...

O kadar da mühim değil!


Oraya gitmeyin...ve sakın bakmayın da!
Zaten bakamazsınız ki.
Ama siz hariç tüm dünya baksın.
Siz sesinizi duyurmayın ve neler olup bitiyor onu da bilmeyin.

Küçümsemeyin. “Blog sitesi kapatılsa (erişimi engellense)  ne olacak canım?...ben de bir şey sandımdı yahu”  demeyin...

Ne bileyim mesela Milliyet Gazetesinde abuk sabuk yazılar yazan bir köşe yazarından dolayı tüm Milliyet.com uzantılı her şeyin kapatılması nasıl olurdu acaba?

Ya da Google öyle her şeyi aramasın taramasın...o da kapatılsa nasıl olur peki?

Ya da internete belli saatlerde girilmesi uygun görülse nasıl olur?

Bilgi çağında kafamızı kuma gömersek ve kaçarsak...kazanan taraf olabilir miyiz?

İnternet 2000li yılların başındaki gibi değil artık...ciddi bir kazanç kapısı da...ekonomik olarak önemi gittikçe artıyor.

İnternette de belirsizliklere sürüklenince internet ilişkili ekonomik gelişmeyi ne kadar bekleyebiliriz...Yoksa o da mı umurumuzda değil? Belirsizlik hakim olan bir ortama neden yatırım yapmayı isteriz ki?

Neyse boş verin...o kadar da mühim değil...TV’yi açıp “Gözlerinin kıyısında kayboldum” dizisine bakayım...(böyle bir dizi yok mu?...aman olsun önemli değil başkasına bakarım ben de...sonra da uyurum zaten.) 

Bu yazı da nereden çıktı neyi anlatıyor diyenler için:
Youtube 'tan sonra, Blogger'ın da erişimi Türkiye'de kapanmıştır. Bu yazı onun ile ilgilidir.

Yazının devamı...

24 Eki 2008

Plastik Hayatlarımız


Telefon çalınca hemen merak edilirdi “kime?” diye.

Elbette artık merak etmiyoruz.
İsmini, numarasını görüyoruz.
Hatta istemezsek cevap da vermiyoruz.
Artık ulaşmak isteyen bizzat numarımızı çevirerek anında bize ulaşabiliyor...hem de tam bize başkasına değil.
Eskiden öyle miydi ya?
Telefon gelince herkesin ortasında konuşulurdu...ve kablo nereye kadar gidebiliyorsa en uzak nokta orası olurdu.
Sonra ama önce yavaşca ardından pek bir hızlı...modern zamanlara alışmaya başladık.

İlk başlarda aradığımız kişiye ulaşamayınca...mesaj bırakmaya çekinirdik.

“Sevmiyom ben öyle mesaj bırakmayı”...diye diye uzun uzun mesajlar bırakmaya başladık.

Hatta espriler yapar olduk mesajlarımızda.
Düpedüz kendi kendimize konuşuyorduk artık mesaj kutularında.
Bazıları öylesine salakçaydı ki...bu gülünç durum, mesajlar arasında saklandı özenle...sonrasında gülmek için arkadaşlara dinletilir oldu.

Hatta dalga geçme konusuydu artık...modern zaman eğlenceleriydi bunlar.

O kadar bağlandık ki bu iletişim hastalığına saniyede 4000 kelime yazarak mesaj atan robotlar yetişti...Bu robotlardan bazıları arkadaşlarımdır. Evet ne yazık ki ben o robotlardan olamadım...mesaj yazmak uzun geliyordu.

Bir öğrencimi görmüştüm öylesine hızlı mesaj yazıyordu ki tebrik etme ihtiyacı hissettim.

“Telefon etmek daha kolay değil mi?”diye sormuştum..hani daha çabuktu ya.
Cevap bence çok akıllıcaydı...”Bazen kısacık bir şey söylemek lazım oluyor...muhabbete girmek istemiyorsun...hemen iletmem gerekeni ileteyim o kadar yeter”

Doğru aslında muhabbet yerine...böylesi daha kısaydı...hem de ucuzdu. Fast food hayatlarımıza başka bir örnektir bu.

Fast food yaşıyoruz.
Hatta bir de plastik hayatlar demeye başladım bu yaşadıklarımıza. Pek bir ruhsuz...pek bir hayattan uzak.

Telefon numaralarımızı aklımızda tutmayı bıraktık...telefonumuzun hafızasında önem sırasına gore hızlı arama tuşuna kayıtlı oldu en cok sevdiklerimiz, en özellerimiz. Ama o kadar özellerdi ve o kadar çok seviyorduk ki onları...telefonumuzun pili bittiğinde her şey bitiyordu. Aklımızda en yakınımızın telefonu bile yoktu artık.
Fast food yaşadığımızı söylemiş miydim?

O kadar ucuz yaşamaya başladık ki...her şey paraya, maddiyata dayanmaya başladı.
Ucuz yaşam zevkli bir yemek yemekten bile bizleri alıkoymaya başladı. Restorana gidilip de...porsiyonu bölüşmek, aynı bardaktan iki pipetle içmek görgüsüzlük olmamaya başladı. İşin acısı bunları yapmak zorunda olmayacak insanların bu kadar ucuz yaşamaya başlaması düşündürücüydü.

Fast food hayatlar yaşamamıza rağmen etrafımızdaki her şeyin ve hatta kendimizin de geçiçi olduğunu anlamadan büyük hırslara ve şımarıklıklara heves eder olduk. Heves etmek bir yana...büyük bir zevkle benimsedik.

Plastik hayatlarımızda bir de feysbuklarımız var...plastik arkadaşlıklarımız...hiçbir zaman konuşmayacağımız insanları arkadaş listemize ekleyip duruyoruz.
Saçma sapan bir şekilde 100...200..349 adet arkadaşımız oluyor listede.
Arkadaşlar ekleniyor feysbukumuza bir merhaba bile demeden...ADD TO FRIENDS tuşuna basmamız yeterli. Daha fazlasına gerek yok.

Sevmekten dolayı değil yalnız kalmamak için sevgililerimiz oluyor.
Sorduklarında hayatımızda birinin olduğunu gururla söylüyoruz. Aslında dedim ya içi boş plastik hayatlar.

İnsanlık olarak tüketim toplumu olduğumuzdan her şeyi tüketiyoruz özenle ama bencilce.
Nereye koştuğumuzu bildiğimizi sanarak hiç bir yere doğru koşuyoruz.

Sonra...
Hani telefon çalınca demiştim ya ...arayanı beğenmezsek...basıyoruz iptal tuşuna bazen yüzümüzde bir ekşimişlik ifadesiyle ya da gizli bir tebessümle.

İşte hemen ardından biz birilerini arıyoruz...Bu sefer de o birileri telefonlarının iptal tuşuna basarak...uçuruyor bizleri...ve yine o bizimkinin aynı ekşi suratları ile ya da gizli tebessümleriyle.

Yazının devamı...

23 Eki 2008

Sıradanlığa dayanıksız olmak


Sıradanlığa dayanıksız olmak
veya sevgi arsızı olmak
veya hayalci olmak.

Ya da hepsi olmak.

Ya da ...

Evet bildiniz... 

Hiç biri olmamak.

Neden bunları yazdım buraya hepsine teker teker bakmak istedim de o yüzden.

Sıradanlığa dayanıksızlık nasıl bir şeydir acaba?

Acaba, acaba şey gibi midir?...Şey işte canım.

Dilimin ucunda yoksa parmaklarımın ucunda mı demeliydim böyle klavyeden yazarken?

Şey işte... Özel olmak ve bunun da fena halde bilinmesini, siz söylemeden size bakıldığında farkedilmesini istemek. Hani otobüs durağında onlarca insanın arasında bekleşirken... Tam da o sırada durağa yanaşan otobüsün penceresinden bakanlar tarafından bile olsa sıradan olmadığınızın bilinmesini istemek gibi bir şey.

Ya da sevdiğiniz insanın elinden tuttuğunuzda, gözlerinin en içine bakarken sıradan bir aşık olmadığınızın bilinmesini istemek gibi.

Peki ya sevgi arsızı olmak... Kulağa hiç hoş gelmiyor değil mi?

Halbuki en çok sevilen olmayı istemek de mi hoş değil?

Çekmeceleri olan bir dolabı düşünün ve sevdiğinizin size, yerinizin en üst çekmece olduğunu "söylediği an" için ne dersiniz? 

Harika değil mi?
O halde belki de sevgi arsızı olmak da çok güzel bir şeydir.

Son olarak hayalci olmak...
O da mı kötü bir şey yoksa?
Hayallerimiz olmasaydı acaba umutlarımız olur muydu?
Umutlarımız olmasaydı peki hayat neye benzerdi?

Bir düşünün.
Ben düşünmüş ve hayallerimin peşinde koşmaya başlamıştım ve hala da koşuyorum.
Siz de koşun.
Çünkü her zaman dediğim bir şey var.
Yine diyorum o zaman, “Gerçekler, hayallerle başlar.”


(Bu yazım ilk olarak MB'de yayımlanmıştır)

Yazının devamı...

22 Eki 2008

Aşklar çoğu zaman yalan mıdır?


Yoksa geçici olduğunu anlamadığımız için bittiğinde bile hala yaşamaya çalışıyor olmak mı onları yalan yapmıştır?


Yalnız kalmak korkusuyla yanlış insanları ve dolayısı ile hayatları seçmek, bu sefer de iki kişilik yalnızlıkları mı getirmiştir?


Amacım karamsar yazı yazıp içinizi karartmak değil ama etrafıma özellikle de evli çiftlere bakınca nedense tuhaf bir bezginlik görüyorum.
Acaba birbirine doymak mı sebep?
Çok bir arada olmak mı yorucu bir zaman sonra? 
Ama hani “aşk” filan vardı?
Nereye gitti…ya da gitmekte?


Bir arkadaşım bir zamanlar şey demişti “evlilik işleri kümes gibidir…dışarıdakiler içeri girmeye, içeridekiler ise dışarıya çıkmaya çabalar”…bazen öyle galiba.


Aşkın yanıltıcı tarafı hep kalıcı olduğunu düşünmemizde belkide.
Halbuki aşkın zamanla güvenli bir sevgiye dönüşmesini sağlamış olmak…evlilikleri de güçlendiriyor diye düşünüyorum.


Bazen dertleşmeleri sırasında arkadaşlarımın “hakikaten aşık olduğum kadın bu mu? İnanamıyorum kendime ve ona” demek isteyip de lafı çok daha dolambaçlı bir şekilde söylemeleri…düşündürüyor.

Kadın erkek davranışları ve evlilik durumları hakkında en salak yorumları ben rahat rahat yapınca, pek bir keyifli gülmeleri yine söylediklerimde haklılık payının olduğunu mu ispatlamaktadır?…Onu bilemiyorum (!).


Ama en fenası yoğun yalnızlıklardan dolayı en olmayacak insanlara aşık olup bir de üstüne evlenmek olmalı.
Hayatın zindana dönüşmesi durumları...

Böyle evlenmeli-mevlenmeli, aşklı meşkli yazılar yazdığıma bakılırsa benim de evlenmem gelmiş…Ama aşka rağmen değilde aşk ve mutluluk için olmalı…yalnız kalmamak için de değil.


(Bu yazım ilk olarak MB'de yayımlanmıştır)

Yazının devamı...

21 Eki 2008

Şarap Hikayeleri


Eskiden yani küçükken...şarapçı denilen adamlar vardı yollarda...böyle ellerinde şarap şişesi ile bir o yana bir bu yana sallanarak yürürlerdi. Yoksa yürümezlerdi de sızmış ve caddenin bir köşesinde boylu boyunca yatıyor olarak onları görmek mi böyle bir durumu kafamda canlandırmama sebep olmuştu? O zamanlarda yani ben küçükken demek istiyorum...sanki şarap çok sıradan bir şeydi...Sokak adamları içerdi. Onlar şarapçıydı.

***

Bir gün laboratuvarda bir kadavraya bakarken...”bu şarapçıydı herhalde” demiştim. Kararmış bir suratı vardı...ama şarapçı gibiydi sanki.
Sokak adamlarından hani.
Yoksa kadavra neden olsundu...sokak adamı değilse di mi?
O zaman şarapçıydı demek ki.
Bu öylesine hızlı bir şekilde kafamda canlanmıştı ki...Bugün bile bence o adam şarapçıydı diyorum...ama öyle olmadığını içten içe biliyorum.

***

Sonra kolesterolün etkilerini çalışırken öğrenmiştim ki...her akşam bir kadeh kırmızı şarap içmenin büyük yararı vardı. HDL hani iyi kolesterol dedikleri şeyi yükseltiyordu. Kalbe iyi geliyordu.

***

Ne çok şarap vardı...dünyanın her yerinde sanki insanlar en iyi şarabı yapmak için yarışıyorlardı. Bir sürü ülkenin şarabını tatma fırsatım olmaya başlamıştı. Bir gün bir şarap markası keşfettim. Çok ucuzdu...Kaliforniya şarabıydı ve 3 dolardı. Evet fiyatının böyle olmasının ise bambaşka hikayesi vardı. 3 dolarlık şarap bir çoğunun gözünde uydurukken.
Ama bu öyle değildi.
Çok zengin ve diğer işlerinin yanı sıra şarapçılık ile de uğraşan bu Kaliforniyalı karı koca...bir gün ayrılırlar.
Kadın o kadar kızgındır ki kocasına...boşanmadan sonra kendisine kalan şarap işindeki bütün şarapları ucuza satmaya başlar..ama çok ucuza. Neden öyle yapar kadın? Çünkü kocasının en çok sevdiği şaraplarmış onlar. İntikamın böylesi de oluyormuş demek ki! (bu şehir efsanesi de olabilir o yüzden hikayeye çok prim vermesek de...şarabın kalitesi kesinlikle fiyatı ile doğru orantılı değil...iyi şarap hakikaten)

***

Mesela normal kalitede sayılacak Avusturalya şaraplarını Boston’da 7 dolara alırken...aynı şarabın Türkiye’de...37 YTL olduğunu görmek içimi burkmuştu. Bu kadar kazıklanmaya değer miydi? Bu kadar fiyatı koyanlar acaba bizleri nelerden koruyordu?

***

Bir gün “Vicki Cristina Barcelona” filmini izledim. Filmde o kadar çok şarap içiliyordu ve güzel içiliyordu ki...sinema çıkışı eve dönerken elimde bir şarap şişesi çoktan vardı. Eve gelince aynı filmdeki gibi bardağa öylesine çoşkuyla doldurmuştum ki...salyalarıma bile hakim dahi olamamış ve yanımdaki  arkadaşlarıma maskara da  mı olmuştum acaba?

***

Sonra öylesine pahalı şarapları da görüyordum ki ağzım açık kalıyordu. Hani geçen sene yaptığımız çalışmayı pek bir prestijli dergi de yayınlamış ve bizim patronda (hocamız), Boston’un en pahalı restoranına götürüp o en pahalı şaraplardan açtırmıştı ya işte o zaman anlamaya başlamıştım, çoçukluğumun şarapçıları her ne kadar sokak adamları olsa da...

farkettim ki şarapçılar ben büyüdükçe değişmişler.

 

 resim: google images

Yazının devamı...

20 Eki 2008

Yarış Zamanı


Şehrin ortasından bir nehir  geçer.
Her iki yanında hem araba hem de yürüyüş yolu vardır.
Yürüyüş yolu nehrin hemen yanı başındadır.
Cumartesi günü nehir kıyısına gittim.

Dünyanın en büyük kürek yarışması için 19 ülkeden ve ABD’nin de hemen her üniversitesinden kürek takımları gelmişti.

Cumartesi ve Pazar günleri nehir iyice renklenmişti.
(Ben de fotoğraf çekmek amacıyla gittim. Aypodumu da aldım yanıma hani resim çekerken arka fonda müzik de olsun...daha bir odaklanayım istedim.)

Hava serindi ama güneşliydi.
Galiba cumartesi hava dönmeye başladı ve yavaş yavaş kışın soğuk yüzü Boston’a geliyor.
Neyse...bu blogu yazmakta ki amacım resimleri paylaşmaktı.
Aşağıya linki yazıyorum merak ettiyseniz bir bakarsınız. (Nehrin adını da yazayım...Charles River)

Resimler burada

Yazının devamı...

19 Eki 2008

Uğraşmayın benimle


Koşuyordum, ağaçlar da koşuyordu. 

Yorulmuştum durdum. 

Ağaçlar da durdu. 

Koca orman durmuştu.
Yıldızlar eğilip sordular "neden durmuştum?" diye. 

Nefes nefeseydim cevap veremedim. 

Sonra tekrar başladım koşmaya, ağaçlar da hareketlendiler elbette...ve yine geçtiler beni.

Eve ulaştığımda zor attım kendimi salondaki kanepenin üzerine. 

Kalbim çılgınca çarpıyordu. 

Göğsüm ise hızlı hızlı inip kalkıyordu. 

Deli gibi nefes alıyordum. 

Bir baktım duvarlar da benimle birlikte nefes alıp veriyorlar.
Yıldızlar pencerenin kenarına dizilmişler hep bir ağızdan soruyorlar. Fakat ne sorduklarını bilmiyorum. Bir şey soruyor olmalılar. Çünkü öyle neden yanıp yanıp sönsünler di mi?...ve neden öyle şaşkın, pencerenin kenarına meraklı meraklı dizilmiş olsunlar?

Bu arada ağaçlar dallarını uzatmışlar, kapının aralığından içeriye ulaşmaya çalışıyorlar. İzin vermiyor duvarlar ve kapı. Duvarlar üzerime geliyor, kapı sanki daha da büyüyor.

Bana ne oluyor böyle? 

Yıldızlara ne olmuş? 

Neden bu kadar yakına gelmişler?...ve neden ağaçlar benimle uğraşıyor?

Yoksa...yoksa rüya dedikleri şey bu mudur? 

Hani insanlar da görürmüş...ben küçücük bir karıncayım oysa. 

Ne alıp veremediğiniz var benimle?...Rahat bıraksanız daha iyi olmaz mı? 

Karıncalar rüya görmez ki.


(Bu yazım MB'de ilk olarak yayımlanmıştır)

Yazının devamı...

18 Eki 2008

Sahibinden satılık umut manzaralı hayatlar

Adam: Hayat çok mu güzel be abi?

Biraz: Ee, güzel tabii...güzel yani.

Adam: Vay be! Güzel ha?!...Sen şimdi umutlarını mı satıyorsun abi?

Biraz: Hepsini değil ama satıyorum birazını...evet.

Adam: Umut iyi bir şey midir ki?

Biraz: Tabii ki ama iyiden ötesi...önemlidir de.

Adam: Neden?

Biraz: Mesela düşün şimdi...savaştasın ve kaleni koruyorsun, en son adamın kalana dek koruyorsun. En son adamına rağmen kaleni kurtaracağına inanıyorsun. İşte o en son kalan adamına inanman umuttur. Hayatta da durum az çok böyledir bir bakıma. Çabalamak ve umut etmek.

Adam: Çıkmadık candan umut kesilmez gibi...di mi?

Biraz: Evet doğru...seninki daha pratik oldu....Ben uzattıkça uzattım.

Adam: Peki neden satıyorsun umutlarını?

Biraz: Başkaları da yararlansın diye herkesin umudu olsun diye...hatta ilana yazmadım azcık mutluluk da satıyorum. Bir de artık huzurlu hayatı seçeyim diyorum...

Adam: Bak bende ne umut var...ne de mutluluk. Yaşıyorum öyle bir şekilde...galiba hayatı yaşamaktan çok seyrediyorum.

Biraz: Tamam işte o zaman sen al. Madem hiç olmamış bunlar hayatında...

Adam: Acaba kullanabilir miyim? Becerebilir miyim?

Biraz: Küçük küçük başlarsan...hem daha mutlu olursun hem de umutların daha zenginleşir. Herşey adım adım oluyor...yani ben öyle düşünüyorum.

Adam: Sen öyle diyorsan öyledir. Ben almak isterim de...param yok ki o kadar.

Biraz: Haklısın herşeyin bir bedeli var ama ben para istemiyorum.

Adam: Peki nasıl ödeyeceğim?

Biraz: Hayatının bir kısmını alacağım...dolayısı ile normalden daha az yaşayacaksın ama mutlu olacaksın...umutların da olacak.

Adam: Sen de daha uzun yaşayacaksın ha?

Biraz: Yok...dedim ya ben bundan sonra huzurlu hayatı seçiyorum. Bu senden aldığım bir parça hayatı başkalarına vereceğim huzur ile değiş tokuş edeceğim.

Adam: Vay be!...Sen tüccar olmuşsun be abi.

Biraz: Yok yahu herkes kendine göre bir şeyleri arıyor...bazen karşına çıkıyor...bazen de değiş tokuş ediyorsun...

Adam: Tamam anlaştık...ben alıyorum umutlarını ve mutluluklarını.

Biraz: Tamam...göreceksin bak çok memnun kalacaksın.

Adam: İnşallah bakalım...Abi bir de şey sorucam...hemen kullanabilir miyim bunları?...Yoksa beklemem mi lazım biraz?

Biraz: Hayır hayır...hiç bekleme...hemen kullanmaya başla...unutma bak hayatın şimdi daha da kısa...sakın erteleme umutlarını ve mutluluklarını.


(Bu yazım ilk olarak MB'de yayımlanmıştır)


Yazının devamı...

17 Eki 2008

Nehrin karşısındaki kütüphane


Gereksin gerekmesin ayda bir kez mutlaka banyo olurum...Temiz olmak lazım.

Ne oldu ki?
Ayda bir kez fazla mı? Bence hiç de değil gayet ideal...

Şaka yapıyorum yahu!...
Yoksa şaka yazıyorum mu demeliydim?

Evet elbette şaka...ayda bir kere banyo mu olunurmuş...?

“Banyo olmak” ne tuhaf cümle...ya da “banyo yapmak”...
banyo yaptım...bir de mutfak bir de salon yaptım...Ne bu şimdi?
Yıkandım desem daha mı iyi acaba?

Neyse...yıkanırım öyle ayda bir değil tabii ki.
Eskiden her sabah ama artık iki günde bir ancak.

Geçenlerde yine otobüse bindim...şu nehrin karşısındaki kütüphaneye gitmek için.

Gazeteler de var orada, eskiden kağıtta olurdu ya...artık o kağıt inceliğindeki ekranlardan okumak çok keyifli.
Elinize alıp aynı eskiden olduğu gibi okuyabiliyorsunuz.
Hatta anında güncelleniyor. Ne diyorlar tam bilemiyorum.
Dijital kağıt mı?...dijital gazete mi?...neyse işte ondan.

Eve de almak lazım ama dışarı çıkıyorum ya iyi oluyor.
Nehir kıyısında yürümek...çevreyi seyretmek harika .

Amma da lafı uzatıyorum di mi?
İnanın sayfa dolsun diye değil...sanki dertleşiyorum gibi geliyor da ondan.

Ne diyordum?

Hah...otobüse binmiştim evet.

Anında yer buldum oturdum...koltukların hepsi koridora dönük ya...tam karşınızdaki insanın suratına bakar gibi kalıyorsunuz.
O bakımdan hemen omuzunun üzerinden bir nokta belleyip oraya bakıyorum.
Gözgöze gelmek tuhaf geliyor bu insanlara.
Halbuki bunların plastik hayatlarına karşın bizim akdenizli ruhumuz var.
Akdeniz gözlerimiz var. Sıcaklığımız var.
Bunlar özenle gözlerini kaçırmaya devam etsinler.

Fakat tam da karşımda oturan bu kadın hiç bir şekilde kaçırmadı gözlerini ona her bakışımda sanki gözleri ile güldü.
Kalbim nasıl da hızlı atmaya başladı.
Bak bak...bakışlar ne etkili oluyormuş...aslında bakışlar değil bu kadının asaletli duruşu ve güzelliği ile birleşen bakışları esas sebep.

O nasıl bir gülüştü... “Aman Tanrım yahu!” diyorum...başka da bir şey demiyorum.

İyi ki bugün yıkanmışım...temiz de kokarım şimdi...
Hep yanımdan geçenlerde o yeni banyo yapmış insan kokusunu duyuyorum ya hoşuma gidiyor.
Şimdi ben de aynen öyleyim.

Acaba...acaba bir muhabbet başlatsam mı?
Yoksa tuhaf mı kaçar? Ya da muhabbet öyle kısa sürer ki başlaması ile bitmesi bir olur. Pişman olurum yine...dünyanın en yüzeysel ve kısa muhabbetini başlattığım için.

Konuşsam mı yaaa?!...30 larında filan vardır...Bana yakın sayılır.

Kendi kendime o kadar sayıklamalara dalmışım ki...Şoförün uyarısıyla irkildim.

“Bayım! Kütüphaneye gelince hatırlatın demiştiniz...geldik. Yürüyen merdiveni indirmemi ister misiniz?”
“Yok sağolun...inerim böyle de...bastonum ne güne duruyor”

O güzel kadın benimle o durakta inmedi...ama eğer bundan 50 sene öncesi olsaydı...
Aynen öylesine olsa bile,
kısacık olsa bile...
hatta dünyanın en kısa ve yüzeysel muhabbeti olsa bile konuşurdum.

Neden konuşmadım...çünkü ruhum ilk otuzlarıma tutunmuş ve hala öyle yaşıyorken, hissediyorken...bedenim...çoktan 2060 yılının tüm ağırlığını taşıyor.  Bu yaşta kolay değil...baksanıza adımlarım bile öylesine küçük ve yavaş ki yarım saatte ancak giderim şu kısacık yürüme mesafesini.


July22,  2060...digitally signed by the user of the TECHS Library

 

Yazının devamı...

16 Eki 2008

Seksen dokuzuncu yüzyılda insan kalıntıları

Bundan önceki blogta "kedi olarak yaşanmaz mı?" diye sormuştum...hani kedi olmak nasıl bir şeydi acaba? 
Bir kaç zaman önce yazdığım ve fakat önceki bloga da katkı olsun diye şimdi de insan olmak nasıl bir şey acaba diye soruyorum...hatta çoktan sordum bile.

İnsan olmak nasıl bir şeydir acaba?
Bir kuşun gözünden bakabilsek nasıl bir şey acaba hakikaten?
Ya da karıncalar ezilmediği sürece farkındalar mıdır varlığımızdan?...Bilirler mi bizi?

Anatomik olarak bugünkü modern insana (Homo sapiens) benzeyen insanlar 200bin yıl önce afrikadan ortaya çıkmış.
Ama insana çok yakın (Homo habilis ) canlıların varlığı 2 buçuk milyon yıl geriye dayanıyor. Buluntular antropologlar ve genetikçiler tarafından bir sürü teknik çalışmadan geçiriliyor.
Bu arada 2 buçuk milyon yıl önce bulunan kemiklerin yanında hayvanları kesmek için taştan yapılmış aletlere de rastlanmış. 

Bu tesadüf müdür?...Bilinmiyor?

Bu küçük zaman tüneli yolculuğundan sonra hayatımızın ne kadar da kısa olduğu aklıma geliyor ve ne kadar da kendini beğenmiş canlılar olduğumuzu düşünüyorum...
Uzun yaşamak istiyoruz hepimiz...yani çoğumuz.

Roma zamanını düşünün ortalama hayat süresi 25-28 yaş civarıymış.

20. yüzyılın başında ise 50 yıl.


Şimdilerde ise 75 yıl civarı...bunlar ortalama rakamlar elbette.

Sonuçta 100 olsun hadi 120 olsun, çok farketmeyecek.

10 bin yıl geriye gidin...100 bin...200 bin...İnsanlar vardı o zamanlarda da.

Bizim gibi heyecanları da vardı. 
Bizim gibi sevinçleri de...

Kısacası hayatları vardı.

Tüm bunları görmeden yaşamak...yani hayatlarımızın kısacık fakat çok kutsal olduğunu anlamamak...
Şekilsel saplantılara girip çıkamamak...
Mükemmel bir düzenin varlığını anlayamamak...
ve gelip geçiçi olduğumuzu hiç farkedememek.

Bizi bugün birbirini yok eden canlılar durumuna soktu.

Hatta birbirimizi ortadan kaldrmak için haklı (!) sebeplerimiz bile var.

Bundan 200bin sene sonrasını hayal edin...300bin sene sonrasını...insan olmak nasıl bir şey olacak acaba?
Bizlerin kalıntılarını bulduklarında... “epey gelişmiş canlılarmış" mı diyecekler gelecekteki atalarımız?...yoksa buldukları kemiklerin yanındaki teknolojik alet için mesela sevgili cep telefonlarımız olsun bu teknolojik alet...

“evet kemiklerin yanında bulduk ama bilemiyoruz bir tesadüf mü bu acaba" mı diyecekler?...

Yazının devamı...

15 Eki 2008

Kedi Olmak


“Şu hayat kedi olarak yaşanmaz mı?” der bir arkadaşım. 

Hakikaten yaşanmaz mı acaba?

Dilediğin gibi gez, zıpla, atla, oyna, çiftleş...hatta bin kere çiftleş. 
Bir sürü çocuk yap, kenara bırak. 
Sahibin büyütsün. 

Hatta bazen delir, git tırmala koltuğun kenarını. 
Bul bir yumak onunla oyna. 
Karnın acıkınca mırla biraz. 
Sahibin kıyamasın sana, hemen getirsin mamanı.

Tabii elbette ev kedisi olursan güzel bütün bunlar.
Tesis var, ortam var.


Ama bir de sokak kedisi olmak da var.
İtilip kakılmak da var. 


Kiminle dolaştığına , hangi çöplükten çöplendiğine dikkat etmek lazım. Boşuna harcanmamak için adımlarını dikkatli atacaksın. 
Bazıları şanslı doğar.

Sıcacık bir evde yumuşacık bir yastıkta yaşar gider.

Kimileri ise soğukta titrer, sonra belki bahara çıkarsa, mart ayının keyfini çıkarır tıpkı onun gibi bahara çıkabilmişler gibi.

Biz insanlar da aslında biraz böyleyizdir. 
Kimimiz pek bir şanslı doğar ve hayat bir yarış ise biraz daha ileriden başlar koşmaya. 
Bazılarımız ise ya hep çok geridedir...ya da azimle gerilerden gelse de en öne geçebilmeyi başarabilmiştir. 

Ama yine de acaba kedi olmak daha mı güzeldir?... 
Öyle mırıl mırıl bakıp, mırıl mırıl yaşayarak.


(Bu blog ilk olarak MB'de 21.10.2007 tarihinde yayınlanmıştır.)

resim: google images

Yazının devamı...

14 Eki 2008

Kel olanlara ve olacaklara bir haber.

Gıdana dikkat et, bol bol su iç kel olmazsın.

Yok şaka şaka...gıdaya dikkat etsen de, bol bol su içsen de eğer o kel olma emri genlerde kodlanmışsa...En fazla belki azcık yavaşlatabilirsin kel olma hızını o kadar. Hani az yağlı yemek filan belki yararlı olabilir ne bileyim?!

Ama kel olacak adaylara ve hatta çoktan kel olmuşlara bir umut ışığı belirdi...daha bugün (12 Ekim 2008) üç bilimsel makale yayınlandı bununla ilgili olarak (Nature dergisinde).


Erkek tipi kelleşme (androgenic alopecia) milyon dolarlık bir pazar.


(şöyle bunun ilacını bir yapabilsem herhalde Bill Gates Abi gibi biri olurum...hani kökünden halletmek...kelleşen bölgeye enjekte edilen gen kürü ile adeta bir orman yaratmak...mesela. Neyse hayal dünyasından çıkayım hemen!)



Bu milyon dolarlık pazara yeni bir ışık geldi, yayınlanan çalışmalar sayesinde. Erkek tipi kelleşmeye sahip kişilerde yapılan çalışmalar göstermiş ki...20. kromozom bu kelleşme ile ilgili bölgeler içermekte ve buraya yönelik yapılacak gen terapilerinin büyük ihtimalle olumlu sonuç vereceği sanılıyor.


“İyi hadi 20.kromozomda olduğunu anladık...iyi de nasıl yararı olacak bize?”


Kişiler daha kel olmadan önce  yaptıracakları genetik test ile kromozomun o bölgesinde kelleşmeye neden olan kodlara sahip olup olmadıkları saptanacak. En azından şimdilik yani etkili gen terapisi olana kadar...şu an elde olan imkanlar ile erken teşhisin faydası ile önlemler alınacak.


Yetişkinlerin %40’ında bu erkek tipi kelleşme görüldüğü belirtiliyor (Ama bizim ülkemizde buna yönelik bir çalışma yapılmış değil...%40 belki bizim toplum için azdır bile).



Şu anda piyasa da bir takım ilaçlar var ama bunlar kesin çözüm değil. Geçici etkileri söz konusu.
Erkek tipi kelleşmeye sahip bireylerde kardiyovasküler hastalıklar, insülin direnci ve daha bir çok başka bozuklukların da geliştiği ya da bunlara yatkınlıklarının daha fazla olduğu düşünülmekte. Somut kanıt henüz tam olarak bulunamasa da bağlantının güçlü olduğuna inanılmakta.


Erkek tipi kelleşmenin bağlantısı sadece kromozom 20 de değil, androjen reseptör genlerinin yeri olan kromozom X’te de var.


40 yaşından önce kelleşen bireylerde yapılan çalışmalarda kromozom 20’de 5 değişkenin*  olduğu saptanmış. Bunların da erkek tipi kelleşme ile güçlü ilişkide oldukları anlaşılmış.


Mesela başka bir çalışmada ise kromozom 20 ve kromozom X’te bulunan değişkenlerin kelleşmeyle bağlantılı oldukları bulunmuş. Bu her iki kromozomda ki değişkenlere sahip olanların olmayanlara göre 7 kat daha fazla kel olma ihtimalleri olduğu saptanmış.


İşte burada genetik testler ile bu değişkenler kişide bulunduğunda henüz kel olmamasına rağmen önlemini alması bakımından yararlı olacaktır. Mesela kromozom 20 ve X’e yönelik gen terapilerine başlamak (henüz bu terapi mümkün değil...belirtmekte fayda var.)



Hani demiştim ya...bizim ülkedeki kel olma yolunda yürüyen insanlarımız %40’ın da üstündedir diye.


Çalışmalarda bu da vurgulanmış, bölgeye göre değişiklik gösteriyor. Mesela güney asyada erkek tipi kelleşmenin çok düşük düzeyde olması gibi.


Şimdilik çalışmalar bu durumda...ama bu haritanın çıkarılması bile büyük aşamadır.


Bu bakımdan bence 5-7 yıl arası gibi bir zaman içinde terapiler de geliştirilir ya da en kötü ihtimal kelleşme iyice yavaşlatılır.

 

 

*Değişken: moleküler biyoloji ile ilgilenenler için buraya yazayım...değişkenden kastım SNP (Single Nucleotide Polymorphism)...benim de çalışma konumdur aslında.

Yazının devamı...

13 Eki 2008

Kolomb Günü


Bugün pazartesi ama tatil...hava inanılmaz güzel...o kadar ılık ve hafif ki...hiç hissetmiyorsunuz vücudunuzu.

Ne soğuktan kasılma...ne de sıcaktan fenalık geçirme derdi var.
Ama sayılı günler...buranın kışı çok sert oluyor sebebi de rüzgarlı olması.


Normal bir soğuk gün...rüzgarla iyice soğuyor.


Bugün tatil çünkü bugün Kolomb Günü (Columbus Day), Italyan denizci Kristof Kolomb Abi 12 Ekim (Julian takvimine göre) ya da 21 Ekim (modern Gregorian takvimine göre) 1492’de Amerika kıtasına ayak basmış. ABD’nin bazı eyaletlerinde de her ekimin ikinci pazartesisi tatil ilan ediliyor bu sebeple.



Hani anmak için ayak basma gününü.



Kimilerine göre Kristof epey vahşet yapmış ve bugün anılmamalı diyorlar hatta Kolomb’un günlüğüne şöyle yazdığı söylenir “Buradan bakınca sayıca üstünlükleri var gibi gözükse de...modern silahlarımızla bu ilkelleri çok çabuk alaşağı ederiz!”


Kolomb ve denizcileri gece yarısı saat 2:00 de 12 Ekim 1492’de Bahama’nın yakınlarında olan bir adaya ayak basmışlar ilk olarak.



Kolomb Abi zamanında Amerika kıtasını keşfetmiş...biz de 516 yıl sonra... “madem bugün tatil ben de evden çalışayım zaten okumam gereken makaleler vardı...dur ya bir de blog yazayım hatta” diyoruz.


Tabii ki o zamanlardan Kolomb Abi bilemezdi herhalde blog neydi diye...



resim: Google images

Yazının devamı...

11 Eki 2008

Yelkenlerimizi açıp gidelim: Hayal dünyasına bir yolculuk yazısı


Hiç bunaltmayan ve hiç üşütmeyen bir gecede...yani vücudum son derece hafiflemiş ve hiç bir noktasını hissetmiyorken demek istiyorum.

Çünkü ağrılar, sızılar vücudumuzun bize gönderdiği uyarı sinyalleridir ve bu sözünü ettiğim an bunların hiç birinin olmadığı bir zamandır işte...bilmem anlatabildim mi?


Ağrısız, sızısız, ürpertisiz...


Ay ışığının sisli gölgelerin ardından süzülmesini seyretmeye başladığımda farkettim, kalbimi uzun bir yolculuğa göndermiş ve bekliyormuşum dönmesini meğerse.


“Döner mi acaba?” diye sormaya pek cesaret edemesem de henüz vücudumu hissedemediğimden olacak...kalbimin yerinde olmadığını düşündüm.


Bu “yerinde olmama” durumunu bir defasında daha hissetmiştim. Uzun zaman önce bir akşam kırmızı şarabımı* doldurmuş içiyorken...ve onu düşünüyorken farketmiştim ki kaybettiğim tüm aşklarımı düşünüyormuşum meğerse.


Sonra kalbimi bir yoklayınca anladim ki yerinde duruyormuş.

Elimi usulca göğsümün içine sokup, hissetmeye çalıştım atışlarını...

atıyormuş.


Derinden ve yavaş.


İlişmedim daha fazla hemen çekip çıkardım elimi...çok daha fazla kanatmadan.


Sonra gözlerimi ay ışığının yansımasında ama denizin de pek bir ortasında süzülüp giden yelkenliye çevirdim.


Ne kadar sessiz!


O da derinden ve yavaş gidiyor...sanki kalbim olmuş.


Yelkenlerinin beyazlığı dikkatimi çekti.
O kadar beyazdı ki hemen yanlarında suya batıp çıkan o koca balığı görür gibi oldum. Dikkatli bakınca emin oldum...evet kocaman bir balık takip ediyordu yelkenliyi... “neden acaba?” diye düşünmeden edemedim.


Sonra aklıma şu profesörün anlattığı balık geldi.

Bu balık karnına yapışık bir takım mikro organizmaları taşıyormuş. Diğer canlıların aksine karanlıkta avlanmak yerine böyle aydınlık gecelerde avlanmaya çıkarmış. Bu aydınlık gecelerde üzerine düşen ışığa rağmen gölgesi denizin dibinde hiç olmazmış. O karnındaki mikro organizmalardan yayılan ışıltılar ya da ışıklar mı desem...işte onlar gölgesini bıraktırmazmış balığa...kumda saklanan canlılar da bu ışıltıları yıldızların ışığı sanarak kumun altından güvenli olduğuna inanarak çıkıp dolaşmaya başladıkları sırada yem olurlarmış.


Balık da afiyetle yermiş onları.


Acaba bizler de bu kumun altındaki canlılar gibi ışıltılarına kandığımız birilerinin yemi olmuş muyuzdur?

Güvenirken hem de en çok güvenirken fena halde tepe taklak olmuş muyuzdur?

O yüzden her zaman bir çıkış planımızı yanımızda bulundurmalı mıyızdır?

Yoksa bu çıkış planları bizi daha az güvenilen biri mi yapar, başkalarının verdigi zararlara karşı önlem olsun diye yapılmış bile olsa?


Saçım havalanınca farkettim ki rüzgar çıkmaya başlamış ve vücudumu yeniden hissediyorum. Hafiften de üşümeye başladım ya...vücudumuz yine görevini yapıyor ve uyarıyor işte.


Her ne kadar şu soruların cevabını merak ediyorsam da hayallerimin yelkenlerini toplayıp yavaştan uyumalı artık.


Kalbim hakikaten yerine dönmüş müdür?


Ay neden sisli geceye rağmen oradadır?


Peki acaba o balık mı yoksa karnındaki mikro organizmalar mı kumdaki canlıların belasıdır? Belki de ayın ve yıldızların ışıklarıdır esas kandırıkçı olan?


Beyaz yelkenli nereye gidiyordur?

Kalbim o beyaz yelkenlinin yanında yüzen balık mı olmuştur?


Kırmızı şarap mı aşkımı düşündürtmüştür? Yoksa aşkımın sebebi mi kırmızı şaraptır?

Belki de kolesterolüm düşsün diye içmeye başlamışımdır? Ve tüm aşklar ise bahanedir!


-


* Bu arada hemen belirteyim...kırmızı şarap HDL’yi yani iyi kolesterolü yükseltir...dolayısı ile kötü kolesterolün de düşmesini sağlar.
Ama yok ben alkol kullanmam derseniz o zaman siyah çay için o da benzer etkiyi yapar. Yeşil çay da öyle ama günde bir bardaktan fazla içmeyin yeşil çayı.Çünkü hem diüretiktir...hem de tansiyonunuzu “ÇOTANK!” diye aniden düşürme ihtimali vardır ki bu da iyi olmaz.



(Bu yazım ilk olarak
MB' de 14.08.2008 tarihinde yayımlanmıştır)

Yazının devamı...

10 Eki 2008

Temiz Unlu Ekmekler...


Bir arkadaşım bahsetmişti. Ama ben erteleyip duruyordum.Her erteleyiş kararımın ise bir hata olduğunu bilmiyordum.
Küçük bir yer tam dört yol ağzında. Bu kadar tarife bile gerek yok.
Blog resmine bakın işte o...orası.


Küçücük bir dükkan.


Belli günlerde belli çeşit ekmekler yapılıyor.  Yüzlerce ekmek ve birbirinin tıpkı aynısı şeklinde sıralanmıyorlar.
Biraz o çeşit...biraz bu çeşit...ama öyle istiflenmemiş işte!



Her ne kadar küçük ama çok küçük bir dükkan...


...


...yok fırın demek lazım di mi?



Fırın diyeyim hemen o zaman.


Hah işte...her ne kadar küçük bir fırın olsa da uzun uzun ekmekler ile kesişip duruyorsunuz.


Oraya girip de sadece bir çeşit ekmek alan müşteri görmedim.


"Ondan da...bundan da...bi de şurdakinden!" diye diye ekmekler ile çıkıyorsunuz...(tecrübe ile sabit)


Sadece Fransız ve İtalyan ekmekleri yapıyorlar...Listeleri bile var hangi gün hangi ekmekleri yapıyorlar biliyorsunuz.
Mesela haftada bir gün yapılan bir ürünleri varsa anlıyorsunuz ki...özel bir üründür o!


Ben  de dedim ya erteleye erteleye sonunda oranın bir taraftarı oldum...müşterisi değilim sanki. Zaten blog yazısı yazacak kadar beğenmişsem...demek ki hakikaten beğenmişim. Yoksa zamanımı bir fırını anlatmaya neden vereyim ki.


Tezgahın başında...son derece ciddi bir abi duruyor. Kulağında küpesi hafif kirli sakallı orta yaşlarda...ama fırıncı demezsiniz...İngiliz aksanlı.
Sanki İngiliz Lordu gibi bir abi...üzerinde beyaz önlüğü ve beyaz şapkası olmasa...

Neyse işte ekmekler de güzel...ortamın samimiyeti de.


Ama benim başka bir şey fena halde hoşuma gitti.

"Acı badem" vardır ya hani bizim pastanelerde satılır...Hah işte adamlar ondan yapıyor.

Aldım tadına baktım...aklım tadında kaldı...
Nasıl muhteşem bir lezzet öyle.

Dişleriniz içine gömülürken o acı bademın...kıtır kıtır ama içi ise yumuşacık.
Çok lezzetli çok.

Fırından çıkar çıkmaz hemen elimi kese kağıdına daldırmış ve yemeye başlamıştım ya hani işte o dakika farkettim ki,

her ısırışımda Boston'un sokaklarında değildim artık...
çoktan Türkiye'deydim

...çocukluğumdaydım.


Her ısırış ayrı bir mutluluktu...Ama itiraf etmem lazım ki...bu küçük fırının acı bademi...şimdiye kadar yediğim en güzeliydi...evet evet bizim oralardakilerden de güzel.


İşte durum budur...Ha bu arada blogdaki başlığın içindeki üç resim de bizzat o abilere aittir...Acı bademi bile koydum bir bakın
...bakın
...hah işte o.

Bugün cuma ya...iş çıkışı gidip alsam mı acaba?


Yazının devamı...

9 Eki 2008

Hayal dünyasında kısa yürüyüşler...

Hayatın kenarında yürürken sana mı rastlamıştım? Yoksa yanlış mı

hatırlıyordum?


Belki de rüyaydı ve gerçek olduğunu sanıyordum. Fakat ellerinin güzelliği zaten gerçek olduğunun kanıtı değil miydi?


Ah! Belki de hayaldi...ellerinin güzelliği. Neden en ilk önce ellerine bakmıştım acaba?


Tıpkı gözler gibi eller de ruhun aynası diye olmasın sakın?


Sonra bir de gülüşün vardı...tuhaf mıydı yoksa bana mı öyle gelmişti?


Tuhaflığı...zaten sarhoş etmişti beni öyle değil mi?


Peki ya ellerini nereye koyacağını bilemeyen hallerine ne demeli? Bu da samimiyetinin bir işareti miydi?...hani heyecanlanmanın, demek istedim...hani tıpkı benim gibi.


Hayatın kenarında yürüyordum ya...sonra yoruldum belki de...çünkü epey uzunca yürümüştüm. Oturdum bir süre için. Baktım sen de oturdun hemen yanıma...hatta başını omuzuma bile koydun.

Ben hala düşünüyordum...”acaba elimi omuzuna atmalı mıydım?” diye


Sonra “hadi kalkalım biraz daha yürüyelim” dedin...tam da elimi omuzuna koymaya karar vermişken.


Bu sefer baktım ayakkabılarını da çıkardın.
Artık...yalın ayak yürüyordun.


ve evet elbette hemen anında...o dakika farkettim...ayaklarının da gözlerin kadar güzel olduğunu...hatta ellerinden de güzelmiş.


“Ne kadar da şekilcisin?!” diye geçirmiş misindir içinden? Ama ben bir şey dememiştim ki?


Şekilcilik değildi halbuki...güzel şeyleri sevmekti benimkisi en fazla.


Hayatın kenarında beraber yürümeye başlamıştık ya...ve hani sen çıplak ayaklarınla olabildiğince kendin olarak yürüyordun...işte bu yürüyüşlerimizden birinde farkettim ki...kalbin en güzeliymiş.


O kalbe tutundum...hayatın kenarından düşmemek için...biliyordum senin de bana tutunduğunu

...dolayısı ile hayata tutunduğumuzu.
Yazının devamı...

Rüya gibi bir hayat.


Bazı rüyalar vardır, hiç bitmesi istenilmez.


Hatta uyandığınızda üzülürsünüz bile.


Kimi rüyalar o kadar gerçekçidir ki...uyandıktan sonra da etkisinde kalırsınız ve bu etki tüm güne yayılır bazen.



Bazıları ise yıllar geçse bile unutulmaz.


Halbuki gördüğünüz binlerce rüyadan biridir. Ama etkilemiştir işte sizi.


Bir de kabus dediğimiz rüyalar vardır ya, onların en güzel kısmı uyandığımız andır.
Hani o elinde bıçaklarla kovalayanların hemen önünde koşarken ve son anda görüpte yan sokağa girdiğiniz dakika vardır ya...


Fakat çıkmaz sokaktır.
Geç farketmişsinizdir.
Artık yakalayacaklardır.
Sizi feci bir şekilde öldüreceklerini anlamanız uyanmanıza sebep olur.


Hah!...İşte o dakika muhteşemdir.


O abiler hala ellerinde bıçaklarla sizi aramaya devam etsinler. Siz çoktan o mekanı bırakıp gitmişsinizdir ki. Sanki paralel evrenler teorisi gibi. Başka bir yerde öldünüz/öleceksiniz ama hala yaşıyorsunuz diğer evrende.


O sokağı da ve her türlü olasılığı da orada bırakıyorsunuz ya...


O sizi kovalayan adamlar,
sizi artık yakalayacaklarından çok eminlerken,
sizi göremeyince nasıl da şaşıracaklardır di mi ama?


Ya da bir sürü borcunuz vardır...bir uyanırsınız...hooop her şey sıfırlanır. Rüyadaki hiç bir borcunuzun bu tarafa taşınmasına imkan yoktur...yine herşey orada kalmıştır.
Bunları böyle düşünürken, hayatımıza baktım da aynen böyle rüya gibi.
Ölüm de buradaki sınır çizgisi oluyor.
Uyanma anı sanki.


Böyle “ÇOTANK!” diye aniden gidenlerimiz var mesela...hayretler içinde kalıyoruz. Hani o kadar ev almıştı...daha yeni filan evlenmişti.


Herşey öylece duruyor. Onunla ilgili herşey öylece duruyor sadece o yok.


Bizler de tıpkı rüyadaki o eli bıçaklı abilerin şaşkınlığıyla bakınıyoruz. “Vayy beee!...nereye gitti daha demin burdaydı yavvv!”.
Sıra bize de gelecek ama görmezden geliyoruz çoğu zaman. Tıpkı ilkokulda aşı sırasında beklemek gibi bir durum...sıra geliyor...”Offf be!...nasıl kaçsam ki acaba?”.


Asıl vurgulamak istediğim şey durumun tıpkı rüyadaki gibi olması. Bu dünyadan gidenlerde de durum aynen böyle işte. Kötü insandı, iyi insandı derken bir anda kaybolup gidiliyor.


Paralel evrenlerde belki de hala varız...ya da çoktan öldük ya da sonsuza kadar hep bir şekilde varız.


Rüya gibi hayat işte.





(bu yazım MB'de kendi alanımda 11.04.2008 tarihinde yayımlanmıştır ilgili link:http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=103415
Yazının devamı...

6 Eki 2008

29 Ekim Geliyor!


Yıllardır acılara gömülüyoruz.


Bazen şehrin ortasında patlayan bir bomba oluyor acılarımızın sebebi ve tam da o dakika o patlayan bombanın yanından geçmekte olan bir anne hayatını kaybediyor.
Ya da küçücük bir çocuk...
ya da yaşlı bir adam.


Siperinde toprağını onursuzlardan korumak için canını ortaya koymuş ve hayatının baharındayken hatta daha en ilk baharındayken gözünü kırpmadan çatışmanın en ortasına giriyor askerlerimiz.


Bu seferde onlardan gelen haberlerle acılara gömülüyoruz.


Bu ülke nice hainler gördü ve görmekte de.


Nice onursuzlar da gördü ve görüyor da.


Ne ilgisi var demeyin ama Çanakkale’yi hatırlayın bir.


O zamanlar İstanbul Tıp Fakültesi bir dönem öğrencilerinden hepsini kaybetti. O dönem mezun bile vermedi. Hepsi cepheye gitmişti...fedakarlık değildi, adanmışlıktı.Şimdilerde yine birilerimiz hayatlarını en ortaya koyuyor.


Kimi zaman günlük hayatta en basit şeylerde bile sırf menfaatimize uymadığı için yan çiziyor, vazgeçiyoruz kimi fedakarlık isteyen işlerden.


Geçen sene yine ekim ayında gelen bu kalleş saldırılar sonrası bir yazı yazmıştım. Umut ve cesaret üzerineydi... herkes çalışacak, herkes üzerine düşen görevi yapmalı demiştim. Sınırda askerimiz canını ortaya koyuyorsa, sınır içinde biz de bir şeyleri ortaya koymalıyız demiştim. Ama sonrasında o ilk kızgınlıklar, öfkeler geçince tüm isyanlarımız bir sonraki acıya ertelendi. Acıdan bir sonraki acıya kadar erteleyip öyle yaşar olduk.


Acılar yaşandıkça kızıyorduk.


O kadar...ötesi yoktu hiç.


Bakın 29 Ekim geliyor.


29 Ekimde birlik içinde olduğumuzu, yanımızdaki düşenin yanında her şeye rağmen ayakta kaldığımızı göstermenin zamanıdır.


Tıpkı kendi oğlunuz, babanız gibi düşünün...ve bu 29 Ekimde yakınınızdaki bir şehitliğe gidin sembolik olsa da gidin, elinizde bayraklar ile gidin.


Şehitliğe sadece hayatını veren askerlerimiz için gitmeyeceksiniz ki...tam da o sırada şehidini, canını ziyaret eden bir insanımızın da yanında olduğunu göstereceksiniz. Onlar evlatlarını, kocalarını bir daha hiç bir zaman görmemek üzere kaybetmişken...onların yanında olduğumuzu göstermenin zamanıdır.


“Böyle şeylerle bir şey olmaz” diyorsanız...o zaman bir şey olacak işleri ortaya koymak gerekiyor.



O zaman onu yapın artık o ne ise!



Mesela çok paranız mı var?...


O zaman bir araştırma projesine yatırım yapın.


Ülkeye direk yararı olacak, etki edecek bir şeyler yapmış olursunuz.




Böyle böyle başlar iyi işler, her şeyi büyüklerden beklememeliyiz...sonra çok beklemiş olabiliriz. Tıpkı şimdilerde beklediğimiz gibi.


Kendi kendimize de hala yapabileceğimiz işler var.


Büyük bir silkinişi gerçekleştirecek adımlar hep var...her zaman var.
Ama bekleme zamanı değil artık.


Bu kadar hayat koşturmacasına kapılmayalım...sonra biz de tam yüreğimizden vurulduğunda çok geç olacaktır.


Belki de o zaman şehitlikte gözleriniz sizin de elinizden tutacak birilerini arıyor olacaktır.


Silkinmek gerekiyor.


resim: vikipedia
Yazının devamı...

5 Eki 2008

Ne yazsak boş, ne çizsek hep eksik.



Ne yazılsa kırık dökük kalacak.



Ne söylense hep eksik olacak.


Gencecik insanlarımızın en kutsalı ellerinden sökülüp alınmış.


Geride kalan aileleri için ise dünden sonraki her gün artık çok daha farklıdır.
Çok daha hüzünlüdür.



Birebir etkilemeyince...
Bizzat dokunmayınca...



Ateş hep düştüğü yeri yakacak.



Dün gazetedeki resimlerine baktım...çok üzüldüm çok.
Bundan 1 yıl önce 21 Ekimde 13 canımızın Dağlıca baskınında...sonrasında ve o günlerden bu yana daha bir çok canımızın gitmesi...hayallerin, umutların yok olmasını ve sevecenliğin darmadağın olmasını o insanların yakınlarından daha iyi bilmemize imkan yok.



Ne yazık ki doğru ve “ateş düştüğü yeri yakıyor”.




1 can da 15 de...1000 de kutsal.


Gencecik askerlerimiz hayatlarını göz ardı ettiler bu vatan için...vatan için canlarını feda ettiler.


Bir şehidimizin annesi "Biz şehidimize değil, yapılan kahpeliğe ağlıyoruz" demiş...hakikaten kahpeliktir...gencecik insanlarımızın hayatlarının alınması kahpeliktir.



Onursuzca yaşamış ve sonrasında da askerlerimizin canlarını almış olan bu teröristler, insan artığı bile olamamıştır.
Ne yazsak boş, ne çizsek hep eksik.


“Artık...”,
“Bundan böyle...”,



şeklinde başlayan cümleler kurmak yerine...



yetki ve sorumluluk sahipleri somut olarak harekete geçecek işleri yapmaları gerekmektedir...


ve ne yapılması gerekiyorsa süratli olması önemlidir.


Resim: Millyet Gazetesi
Yazının devamı...

4 Eki 2008

Yalnızlık üzerine


Türlü korkular esir alabiliyor bizleri.
Bazen yalnız kalmaktan korkuyoruz.


Yalnız kalmak korkusu ya ömür boyu olursa diye düşününce belki de daha bir panikliyoruz.


Yalnızlık deyince aklıma Baba filminin son sahnesi geliyor.


Al Pacino onca şöhretine ve görkemine rağmen...Sicilya’daki köyünde bir sandalyenin üzerinde artık iyice zayıflamış ve omuzları düşmüş bedeni ile başbaşa kalan adamı canlandırır.


Kimse yoktur artık etrafında.


Yalnız ve hatta tek başınadır.


Yalnızlığın resmi bu diye düşünüyorum.



resim: Godfather filminden
Yazının devamı...

2 Eki 2008

Ütopik bir blog yazısı


Sessizlik yorganımı üzerime çekmiştim ya hani...ve burnum da buz gibi olmuştu ya.
İşte o zamana denk gelir kelimelerimi özenle kutulara yerleştirip de en üst rafa kaldırmam.
Unutmak istemediğimden olacak kutuların üzerine de “Önemlidir” yazdım. Yazarken kullandığım harfleri ise çantamın fermuarlı cebinden çıkarmıştım. Her zaman yedekte, başka başka yerlerde kelimeleri saklamak iyidir.

Sonra blog denen bir şey çıktı.
Öncesinde başkaları tarafından okunmaması için özenle defterlerde, bilgisayarlardaki dosyalarda sakladığımız kelimelerimizi ve onlar ile meydana getirdiğimiz cümlelerimizi tüm dünyaya ilan etmeye başladık.

Kalbimizin ve aklımızın kapılarını açıyorduk.
Hayatı paylaşıyorduk.
Galiba okunmalarını da, bilinmelerini de pek istiyorduk.
Peki öncesinde onca zaman neden saklı tutmuştuk ki?

İnsanların hani önceleri nasıl telefonsuz yaşadığına şaşırmamız gibi geçmişteki internetsizliğe de öyle şaşırıyorduk.
İnternetin uçsuz bucaksız olması ve hep büyümesi ise tuhaf bir cesaret veriyordu bize.

Kalabalıklara karışıp kaybolan insanlar gibiydik sanki.
İzimizin bunca karmaşa içinde takip edilemeyeceğini düşünürken...kaybolmalarımız gölgemiz gibiydi halbuki.

Dolayısı ile kalabalıklara karışıp kaybolabileceğimizi düşünmekten olmalı kalbimizin kapılarını daha rahat açıyorduk. Bilmediğimiz ve hiç bir zaman bilemeyeceğimiz insanlar okuyordu yazılarımızı.
Korunaklı bir sığınaktı sanki bu yoğun kalabalıklar içinde olma durumu.

Kelimelerimizi birbiri ardına dizip de ortaya çıkardığımız cümlelerimizi düşündüm. Yaptığım işten olsa gerek aklım DNA’ya gitti yine.
DNA molekülü de birbiri ardına sıralanmış moleküllerden oluşuyordu ya hani.
Moleküllerin farklı kombinasyonlarda dizilmesi farklı farklı anlamları oluşturuyordu ya onun gibi bir durumdu aslında cümlelerimizi kurmak için kullandığımız kelimelerin varlığı.
Bambaşka bir evrenden bahsediyor olsam da bu dizilimlerin farklılığı ile hayatın anlamı daha bir belirginleşiyor. Kullandığımız kelimelerin ince kıvrımlarıyla ortaya çıkardığımız yazılar da bizim o evrene olan paralel yansımalarımız sanki.

Bu bakımdan iyi ki blog ve internet bizim zamanlarımıza yetişmiş diye düşünüyorum. Yetişmeseydi...yazılarımız yine kendimize kalacaktı paylaşamadan, kalbimizin ve aklımızın kapılarını açamadan.



(Bu blog ilk olarak MB'de 13.09.2008 tarihinde yayınlanmıştır.)
resim: google images
Yazının devamı...

1 Eki 2008

Kafeinli bir aşk


“Bir yaz akşamı...deniz kenarını düşündüm ve seninle şimdi odamda çalan şarkının eşliğinde dansetmeye başladığımızı hayal ettim. Belki biraz rüzgar da esiyordu...hatta belki saçlarımız uçuşuyordu ama çok değil, biraz!


Umarım bu hayali seninle yaşayabilirim...ve umarım bu hayali sana söylüyor olmak, seni benden uzaklaştırmaz. Çünkü biliyorum şu an sadece ben de bir hayalim....Sevgilerimle.”



Bu kadardı mektup...daha fazla yazmamıştı kız. Çoçuk bu kısa mektubu masanın üzerine bıraktı.


Gözlerinin önüne iki sene önce yaşadıklarının görüntüsü düşüvermişti.


İki seminer arasında kahve kuyruğunda ilk kez görmüştü onu. Bir kere bakmış...ve o bir kerelik bakış kalbinin orada kalmasına sebep olmuştu. Kalbi hep o kahve kuyruğunda kalacaktı. Kafein’in etkisi gibiydi o kızın hayali...o ana her geri dönüşünde...kalbi hızla çarpıyordu.


Sonra geçen seneyi hatırladı...sanki bir film karesi gibiydi yaşadığı. Kalbinin, kahve sırasında kaldığı kızla o seminer aralarından birinde ne yapıp edip tanışmıştı ya...işte şimdi o kız, çocuğun yaşadığı kasabaya bir toplantı nedeniyle gelmiş ve onu aramış...görüşmek istemişti.


Hemen “tamam” dedi çocuk...
Anında “tamam” dedi...
Jet hızıyla ... “tamam” dedi...


Biz erkekler böyleyiz işte her zaman hazırız her şeye...konu kadınlar olunca.


Görüştüler tabii. Fena halde kar yağıyordu...Artık kız şehrine dönmeliydi...yolu da uzundu.
Kar arttıkça arttı...sanki kar bir şeylere mi sebep olmak istiyordu...yoksa sadece herşey kurgu muydu?


“Bu havada yola çıkmak ne kadar doğru olur? Bu akşam burada kal...ben de kal”deyiverdi çocuk. Sonra da çok şaşırdı...nasıl demişti ki?


Bazen şaşkınlık anlarımız, en cesaretli olduğumuz zamanlar mıdır acaba?


Kız tereddütlü ama razı bir tavırla “sanırım haklısın...ama emin misin?” diye sorduğunda...Çocuğun içindeki neşe adamcıkları çoktan sevinç gözyaşları içinde halay çekmeye başlamıştı.
Fakat dışarıya hiç belli etmeden, renk vermeden “Eeee....hııımmmmm...tabiii tabii” deyivermişti.


İçindeki neşe adamcıkları...halay çekmeye devam ediyorlardı.


Evet evet, acaip sevinmişti.


Acaip tırsmıştı.


Acaip mutlu olmuş.


Acaip ürkmüştü.


Eve geldiler, eşyaları taşıdılar. Bir gece kalacağı eve iki çanta, iki elbise torbası, ve bir küçük valiz getirmişti...


Çocuk içinden yuh dedi. Neşe adamcıkları “çok ayıp amaaaa....” dediler, bir yandan halay çekmeye devam ederlerken.


Merdivenden çıkarlarken hayalci iş başındaydı yani bendeniz!
Buradan sonra olayı ben anlatayım artık...evet ben hayalciyim.



Merhabalar tanıştığımıza memnun oldum...
Hikayenin geri kalanını da benden dinleyin. Sürekli bu blogun yazarı “Biraz” ın sesinden dinlemeye ara verin.


Evet nerde kalmıştık?


Çocuk merdivenlerden yukarı çantaları taşıyor ya...işte bu sırada işin içine ben giriverdim hemen.


Efendim neymiş meğerse bunlar sevgililermiş te...kız artık çocuğun evine taşınıyormuş.


Evet aynen böyle...bizim bu eleman ismini vermek istemediğim Canser...ve hayali kız arkadaşı Şermin...İsimleri kaçırdım işte ağzımdan...yine! Hep böyle oluyor. Neyse artık...


Güya birlikte yaşamaya başlıyorlarmış.Halbuki yok böyle bir şey...kızcağız kar yağdığı için bir geceliğine kalmaya geldi o kadar. Canser böyle salak bir hayali kafasında kurdukça içi ısınıyor tabii. Halbuki Şermin bilse bunları... “Aaaaa deli mi ne?...Kar mar demiyorum...hemen yola çıkıyorum” deyiverirdi.


Yok hiç biri olmadı bunların. Eve gelince Şermin...çok şaşırdı...ne de güzel bir evdi bu...hemen pencereye koştu. Sıcacık evin içinden yumuşacık yağan karı seyretmeye başladı.


Canser ve ben hayalciniz bambaşka dünyalardaydık...“Artık mutluluk içinde yaşayacağımız evimize geldik sevgilim” deyiverdi Canser. Şermin de en derin bakışları ile bakıp gülümsedi.
Canser hadi bakalım eşyalarını yerleştir...rahatına bak dedi.


Şermin “bir gece kalacağım yahu...neyi nereye yerleştireceğim ki?”...diye sordu.
Canser’in içindeki neşe adamcıkları “Aaaaaaaaaaaa!” diye halayı yarım bıraktılar, şaşırıp kaldılar. “Bir gece miiiii?”


Canser hemen hayal dünyasından yani kısaca benden sıyrılıp.


“Şermin! karın yağışını seyretmeni böleceğim ama gel bir evi gezdireyim sana” diye seslenince. Şermin hemencecik yanında bitivermişti...
Sonrasında akşam yemeği için market alışverişine çıktılar. Eve döndüklerinde...aldıkları şarabı içerken yemeği yapmaya başlamışlardı.


Ben hayalciniz yine iş başındaydım. Meğerse yıldönümlerini kutluyorlarmış ta o yüzden böyle mumlar, loş ortam filan hazırlanmış.
Hayalciyim ya...benim sonum yok...masalları, olmadık şeyleri Canser’in kafasına sokabilirim ama yeter yahu...aklını kaçıracak çocuk benim hayallerim yüzünden..yoksa onun hayalleri mi demeliydim?


....


Evet, bunlar bir yıl öncesinin anılarıydı.


Canser tekrar eline o kısa ve öz mektubu aldı...okumaya başladı yeniden. Bir hastasının hayalindeki erkeğe yazdığı bir mektuptu. Kızcağız aklını kaçırmış filan değildi. Kanser hastasıydı...umutları gittikçe tükenen ve evvelsi günde sonsuza dek biten bir kızın.

Hiç yaşayamadığı aşkına yazdığı bir mektuptu bu...Canser keşke şu gen terapisi bu kadar ilkel bir aşamada olmasaydı diye düşündü...halbuki bu şekilde olan hastalar bir aşama sonraki uygulamalarda yaşayabilecekler diye içinden geçirdi tüm hüznüyle.

Sonra mektubu masasının çekmecesine bırakıp. Laboratuvarından sessizce çıkıp, evinin yolunu tuttu. Hayat yine devam ediyordu. Şermin evde bekliyordu...belki de beklemiyordu...belki o da yoldaydı...ve belki aynı anda kapıdan içeri gireceklerdi.


Haa söylemeyi unuttum.


O bir sene önce ki kar yağışının neden olduğu romantik yemek ve Canser’i daha da tanıması, Şermin’i aşık edecek...ve evlenmelerine neden olacaktı. Canser’in içinde neşe adamcıkları aşkından dolayı hala halay çekmeye devam etse de...diğer bir köşedeki bilim adamcıkları da harıl harıl çalışmakta ve o mektubun sahibi gibi binlercesine nasıl yardım edebilirizin bulmacasını çözmeye uğraşmaktaydılar. Kimbilir belki de bilim adamcıklarının da halay çekme zamanı çok yaklaşmıştır.



(Bu öyküm ilk olarak MB'de 18.11.2007 tarihinde yayınlanmıştır.)
Yazının devamı...
 

Blog Listem

Hayattan ve Masallardan Biraz Copyright © 2009 WoodMag is Designed by Ipietoon for Free Blogger Template