Sağlık/bilim şeyleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sağlık/bilim şeyleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Tem 2011

Sınavlar ve seçimler

Sanırım bu sıralar gençler üniversite için seçimlerini yapmaktalar. 
Bunu farketmemin en büyük sebebi son günlerde artan e-postalar ve bilim-eğitim içerikli yazılara gelen sorular.
Özellikle bilim konusundaki mesleklerle ilgili öğrencilerin büyük tereddütleri var. 

Mesela moleküler biyoloji ve genetik bölümünü çok isteyen gençler çevrelerinden gördükleri yıldırıcı yorumlar ile iyice korkarak bu alandan uzaklaşıyorlar. Gelişmiş bir ülke olmadığımız için bilim ile ilgili mesleklere hep korkuyla bakılıyor.

Mesela uzun bir eğitim isteyen moleküler biyoloji ve genetik bölümü hemen tereddütler yaratıyor öğrencilerin kafasında ve haklılar da bu tereddütlerinde. Biz ne yazık ki gençlerimizin özgürce yetişebilmesinin önünü açmamışız hiç. Matematik bölümünde okuyan ve moleküler biyolojiye merakı olan bir öğrenci hiç bilemiyor nasıl büyük bir imkanın kapısını açabileceğinin. Kariyer anlamında altın değerinde bir şeyi istediğinin pek farkında değil yani. Ya da farkındaysa da bu sefer başvurdukları okullarda pek de ileriyi göremeyen hocalar tarafından önleri kesiliyor. Bilgisayar mühendisliği ve moleküler biyoloji modern dünyada içice. Bu iki alanı birleştirmek isteyen öğrenciler de altın değerinde. Fakat yine kısır ve kısıtlı çevrelerinde bu yeteneklerini ve eğitim imkanlarını keşfedemeden kaybolup gidiyorlar.

Dünyada herkes bir şeylerle uğraşıyor. Hayatını bir şekilde kazanıyor. Çoğu insan mecburiyetten çalışıyor, sevdiğinden değil. İşini severek yapanlar en şanslı insanlar bu dünyada bence...

Çevrenin baskısı ki bu aile oluyor, gencin üzerinde kurdukları olumsuz ve negatif örneklerle hayallerini kurutuyorlar. Elbette gencin de bilinçli olması lazım eğitimin yapmayı istediği mesleği seçerken. Zorluklardan hep korkuluyor. Halbuki bu hayatta kolay hiç bir şey yok ki. En iyisi sevdiğiniz bir şeyi seçin. Nasıl olsa her şey zaten zor! Severek yapınca zor da olsa yaparsınız. Sonunda mutlu olmak da mühim elbette. Uzun ve zor kazanılan şeylerin ardındaki mutluluk da ona göre oluyor. Bence daha mutluluk verici bir durum bu.

Çok çalışmak gerekiyor ve pek bir azimli olmak.
Hayat o zaman eğlenceli olabiliyor galiba.
Yazının devamı...

23 Mar 2011

Çocuğunuza televizyon seyrettirince neler olabilir?


Anne ve babaya kolay gelen pek çok şey, çocuğun zararına işliyor.

Mesela siz de mi çocuklarını televizyon karşısında doyuran ebeveynlerdensiniz?

Ya da...ya da tüm gün televizyon açık ve tar tar tar gürültüyü de, negatifliği de evin içine mi taşıtıyorsunuz?

Hatta o da yetmiyor çocuğunuz yemek yerken seyretsin ya da  ne bileyim oyalansın da uğraştırmasın diye sizi, DVDlerde mi seyrettiriyorsunuz.
Belki de DVD player bile almışsınızdır sırf bu amaç için.

Karnı doyarken büyülenmiş bir şekilde gözleri ekrana takılmış ve hatta tutunmuş bir halde ne yediğini bile bilmeyen zombilere mi dönüşmeye başlamış çocuklarınız?

Bunun zararlı olduğunu yani çocuğun televizyon seyretmesine izin verilmesinin hiç iyi olmadığını söylediğiniz anne ve babalar “sizleri de göreceklerini, nasıl başa çıkacağınızı da pek merak ettiklerini” alaycı, küçümseyen ifadelerle özenle kusuyorlar hemen oracığa, hemen o cümleyi kurduğunuz yere.

Ama siz siz olun hele ki çocuklarınız 3 yaşından küçük ise kesinlikle televizyon izlettirmeyin.
Hatta televizyonun ne olduğunu mümkünse hiç bilmesin.

Fakat siz de bu yukarıdaki ana, babalardansanız...siz de kolay olanı yapacak ve çocuk sırf sussun diye, sırf siz kafanızı dinleyin diye boşverecek ve televizyonu bir güzel açacaksınız. 
Ama hakikaten açmayın, çabalayın birazcık!
Biraz kendinize kıyın, çocuğunuza kıyana kadar.

Açmayın televizyonu. O hiç bilmesin televizyonun varlığını en azından hayatının ilk yıllarında.

Bir çok çalışma var bu konuda.
Bilimsel olarak ispatlanmış, sizin çocuğunuz belki onca tv izlemeye rağmen hala cin gibi olabilir. Ama tahribatın ne olduğunu belki de ilerleyen yıllarda göreceksiniz. Eğer süper düper bir çocuğunuz varsa  ve hiç bir şey de olmadıysa hakikaten şanslıymış.
O da, siz de ucuz atlatmışsınız.
Şanslı kullardanmışsınız demek ki!
 
Özellikle “3” yaş altındaki çocuklara televizyonun izletimesi  kesinlikle tavsiye edilmiyor.
Öncelikle geç konuşuyorlar ve daha az konuşuyorlar.
Dil öğrenmede güçlükler, matematik yeteneklerinde gerilik ya da güç öğrenme gözleniyor.
Zeka gelişimleri de yine aynı şekilde etkileniyor. Yavaşlıyor.
Bunların yanında agresiflik fazlasıyla gelişirken, çocuk iyice tahammül edilmez hale geliyor. Susturmak için de daha çok zehire ihtiyaç duyuluyor. Zehir burada televizyon oluyor tabii ki.

Bunun yerine tavsiye edilen nedir?
Çocuğunuz ile bol bol konuşun...tek taraflı konuşmalar değil. Karşılıklı diyalog halinde olan konuşmalar. Onlar sizlere nasıl on milyon soru sorup çaresiz bırakıyorsa, siz de aynı şekilde onlara bir sürü soru sorun. Özellikle hikaye anlatıcılığı da çok önemli bu noktada. 

Yapılan çalışmalarda erken yani prematüre doğan bebelerin bile konuşmalardan ileri ki yıllarda etkilerini gördükleri ispatlandı. 36(preemature) haftalık bebenin sizi duymadığını/anlamadığını düşünseniz de...bunlar onları etkiliyor olumlu anlamda. 

Bir de iki-üç yaşındaki çocuğunuzu düşünün.

Sürekli interaktif olmaya çalışın, size sor gelen şeylerin çocuğunuza faydalı olacağını düşünerek telkin edin kendinizi. 

Hayattın bu dönemi de geçici bari iyi geçsin.
Çocuğunuz bencilliğinizin zararını çekmesin.
Yazının devamı...

23 Oca 2011

Algının gücü

İlk defa bu blog sayfalarında bir video yayınlayacağım.
Önceki üç yazıda stresin zararlarından bahsederken beyine olan zararlı etkilerinden de bahsettim.

2007 yılında Dr. Ramachandran harika bir seminer verdi TED'te
Hazır beyinden söz açılmışken, son derece ilginç ve bir o kadar da yararlı bulduğum bir videoyu burada yayınlamak istiyorum.
Aşağıdaki TED videosu, Türkçe alt yazılı opsiyonu var. Alt yazılı isterseniz eğer o zaman bunun için "view Subtitles düğmesine tıklayın ve oradan Türkçeyi seçin.
Dr Vilayanur Ramachandran bir nörolog, son derece orijinal 3 örnek veriyor. Beyin hasarlarının beyin dokusu ile akıl arasında ya da algılayışımızda ki farklılık ile ilgili neler olabileceğini anlatıyor.
İzlemenizi mutlaka tavsiye ederim.



Yazının devamı...

17 Oca 2011

Stresin sizi yok etmesine izin verin - 3

Stresin böylesine kronik hale gelmesi ve sürekli bizi içten içe yok etmesi hatta akıl sağlığımızı tehlikeye atması pek kabul edilecek bir şey değil. 
Hani şu yaşadığımız, soluk aldığımız anı yaşamak diyoruz ya.  
Aman anı yaşamak çok önemli diyoruz ya. 
Çoğumuz bunu sadece yazıyor ya da düşünüyoruz. 
Anın farkında olup da yaşayabilenler ise çok az.

Gerçekten uygulamak isteyenlere ve hatta stresten uyayamayıp, tüm gece uykusuz kalanlara bir kaç önerim var. 

Bu öneriler bile kronik strese yakalanmanıza engel olabilir. 
Ya da stresin zararlarından koruyabilir. Eğer bu yazacaklarımı alışkanlık haline getirebilirseniz tabi.

  • Planlı, programlı olmak elbette çok yararlı. Ama mesela size stres ve sıkıntı verecek bir durumu daha gerçekleşmeden düşünmeye başlamak son derece yararsız bir davranış. Aynı zamanda sonrasında zaten yaşayacağınız o stresli durumu önceden ve gereksiz yere yaşamak yükü var bir de.
    Bunun yerine kendinize “şu anda olmayan şeyler için streslenmemeliyim” telkininde bulunmak, bunu da mantığı işin içine sokarak yapmak en sağlıklısı.
    Mesela yarın sabah o otobüs durağındaki kalabalık içinde o sevimsiz bekleme anını düşünmek ve hatta nasıl o kalabalıktan sıyrılıp da otobüse bineceğinizi gözünüzün önüne getirmek son derece tatsız ve stres verici bir an. Halbuki sıcacık evinizde otururken daha bir gün öncesinden bunu düşünmenin hiç bir yararı yok.

    Zamanı geldiğinde başa çıkacagım, şimdi değil!” diye kendinize telkinde bulunabilmek önemli. Zaten daha şartları dahi oluşmamış ve gerçekleşmemiş bir durumu neden öne almak isteyesiniz ki?

  • Uykunuz kaçıyor stresten uyuyamıyorsunuz.
    Eğer o anda yataktan kalkıp o işi çözebilecek imkanınız varsa...ne yapıp edin kalkın ve çözün.
    Fakat buna imkan yoksa o zaman en iyi yapabileceğiniz iki şey var biri kendinizi stresten dolayı uykusuz bırakmak.
    Diğeri de zaten o anda yapabileceğiniz bir şey olmadığı için tüm bunları kenara koyup uyumak.
    En azından uykusuz kalmamak.
    Yarın daha güçlü ve zinde güne başlayıp, sorunlarla kendi gerçek zamanlarında mücadele etmek.

Bu iki tavsiye de size fazlasıyla ağır mantık çizgileri ile çizilmiş gelebilir.
O zaman size kalıyor ya bu önerilere kulak asmayıp, streslerden streslere yuvarlanacaksınız, uyumaktan başka bir seçeneğiniz olmadığında bile uyumak yerine uykusuzluğu zorlayacaksınız.

Ya da mantıklı düşünüp, stresle aklınızla mücadele edeceksiniz.

Bu yazı dizisini bir dilek ile kapatıyorum;

Frontal korteksi gelişmiş, akıl sağlığı yerinde insanlar ile karşılaşmanız dileklerimle.

Sonuçta tüm streslerimizin kaynağı yine insan!
Yazının devamı...

15 Oca 2011

Stresin sizi yok etmesine izin verin - 2


Başka bir diğer beyin bölgesi frontal korteks (Frontal Cortex), burası beynin ön tarafı.
Alnımızın tam arkasındaki yere denk gelen beyin bölgesi.
Burasının en büyük özelliği bizi "uygun davranışlar" yapmaya itmesi. 
Yani saldırganca davranmamamızı sağlaması, hani mantıklı olmaya itmesi. 

Ne bileyim mesela arabanızın tamponuna birisi çarpınca önce gidip adamı dövmek yerine sorunun ne olduğuna bakıp, çözüm aramak. 
Ya da bir lokantaya gidip yemeği beğenmediğinizi söylediğinizde “Ne beğenmiyon! Yiyeceksin uleyn!” şeklinde hayvani bir tepkinin oluşmamasını önlüyor.  

Farkındayım bunlar masalsı şeyler. Etrafımız belki de frontal korteksi hiç gelişmemiş, hatta oluşmamış insanlarla çevrili olabilir. Saldırganlığın hat safhada olduğu insan (!) tepkileri ile çevrelenmiş olabiliriz.

Normalde frontal korteks 22-25 yaşına kadar gelişimini tamamlıyor.
Bu durum bana şeyi düşündürttü hani psikolojik ve de sosyolojik insan ilişkileri bakımından...mesela 25 yaşına kadar evlenilmemesinin gerekliliğini. Frontal korteksin gelişimini tamamlamadığı bir yaşta evlenmek akıllıca bir iş değil belki de.

Öğrenme, motivasyon, hafıza, ilgi ve bunlarla birlikte düzgün (
edebli) insan davranışlarının sağlanması frontal korteks sayesine gerçekleşiyor. Stres burayı da harap ediyor. Örneğin frontal korteksin zarar gördüğü yaralanmalarda kişilik değişimlerinin görülmesi pek bir olağan.


NOT: Bu Yazıya güzel bir katkı olması açısından sevgili BackyardFlyer'ın aşağıda yorumlar arasında belirttiği linki ve notunu buraya alıyorum. 
Çok teşekkürler.
"...Cok ilginc bir hasta Mr.Phineas Gage'dir...Bu demiryolu iscisi bir is kazasi sonucu Prefrontal Cortexinde katastrofik sekilde yitirir...Gerisini suradan okumanizi tavsiye ederim:"  LINK



Gelecek ve son bölümde stresten nasıl kaçabiliriz için basit önerilerimi yazacağım. 
Yazının devamı...

14 Oca 2011

Stresin sizi yok etmesine izin verin - 1


Stres kaynaklı  enzimlerin, hormonların ya da kısacası bir takım moleküllerin salgılanması durumun hassasiyetine göre gereklidir. Mesela bir hayvan bir beş dakika içinde başka bir hayvan tarafından afiyetle yeneceğini farkederse. Bu süre zarfında salgılanan stres hormonları onun hayatını kurtaracaktır.
Stres ve korkunun tetiklediği hormonlar artık bedendeki pek çok yapılması gereken işi geri plana atacak ve hayvanın o durumdan kurtulmasına öncelik verecektir. Mesela kaçabilmesi için daha da hızlı koşması ya da koşabilmesi için kaslara uyarıcı, tetikleyici sinyallerin gonderilmesi gibi...


Kısacası öncelik hayatta kalmaya yönelik olacaktır. 
Bu şartlar altında stresin sonuçları gayet yararlı ve hayat kurtaran sınıfındandır.

Bizlerin streslerini düşünün. 
Bir süreliğine girdiğiniz stresler vücudu alarma geçirmesi bakımından çok gerekli ama diğer yandan bunun uzaması ve hatta kronikleşmesi ise vücuda korkunç zararlar vermekte. 
Mesela stres sırasında salgılanan hormonlar vücudta o anda rutin olarak yapılması gereken pek çok metabolik işi erteliyor. Öncelik sırası değişiyor. Mesela sperm yapımı bile stres ortamında azalıyor. Çünkü öncelik sperm yapımında değil. Öncelik hayatta kalmak ya da artık stresin çözümü neyse onu uygulamakta. 

Mesela işe geç kalmamak. Hemen hızlı hızlı yetişmeye çalışmak.
Taksitleri yatırmak. Taksitler için parayı bulacak yolları düşünmek...örnekler daha da arttırılabilir.

Tüm bunlar sırasında kalbiniz daha da hızlı çarpıyor. 
Kan basıncı daha da yükseliyor. 
Beyine daha da kan pompalanıyor. 
Kısacası fizyolojik olarak vücud pek çok önlem alıyor.

Aniden korktuğunuz bir anı düşünün. 
Elinizin ayağınızın titrediğini görecek, kalbinizin anında hızlı çarpmaya başladığını hissedeceksiniz. 
Vücudun alarma geçmesi durumuna belki de en kolay örnek bu.

Bir de bu durumun her yarım saatte bir olduğunu düşünün. 

Artık önlem olsun diye kurulan bu sistem vücudu fena halde hırpalamaya başlayacaktır. 

Stres ürünlerine (hormonlar) ya da önlemlerine böyle sürekli maruz kalmak mesela beyinde hipokampüs (hippocampus) denilen bölgeyi fena halde yıpratmakta. Hipokampüs, ana olarak hafızadan ve biraz da öğrenmeden sorumlu bir beyin bölgesi. 
Hafızanın yapılanmasından sorumlu. 
Uzun dönemli hafıza, 
geçici hafıza,
hafızanın yer etmesi...gibi fonksiyonları var. 

Uzun dönemli hafıza, anlık hafıza hep buranın işleri. Kronik stres bu bölgeye zaman içinde zarar veriyor. Kronik stresin bu bölgede %20 lik bir azalmaya sebep olduğu bulunmuş. Alzheimer hastalarında da bu bölge en çok etkilenen bir bölge doğal olarak.


Bu yazının gelecek bölümünde bir diğer beyin bölgesi olan frontal korteksten bahsedeceğim. Frontal korteksin öneminden. Hayatımızı nasıl etkilediğinden. Stresin etkilerinden. Frontal korteks son derece ilginç (bence tabii)

Yazının devamı...

3 Ara 2010

Yeni açıklanan buluş ne anlama geliyor?


NASA, 2 Aralık Perşembe günü, heyecan verici bir açıklama yaptı tüm dünyaya.

Dünya dışı varlıkların ya da bir takım oluşumların ihtimaline ışık tutacak bir açıklama diye tanıtıldığında bir çok insan “Hah işte uzaylıların varlığını açıklıyorlar. Zaten 2012’de yaklaşmıştı” diye düşündü belki de.
Ama açıklama bu yönde olmadı.
Zaten 2012 yılına da daha zaman vardı (!)

Fakat yine de çok önemli bir açıklama yapıldı.
Canlı yayında açıklamayı seyrederken farkettiğim şey ise, bilimadamları ne kadar teknik terminolojiden kaçınarak, en anlaşılır haliyle bu buluşu anlatmaya çalışsalar da, konunun derinliği ve ince ayrımları, onları yine de detaylara girmeye mecbur bıraktı.

Neyse lafı çok uzatmamak lazım. Bu buluş kısaca neden önemli onu yazmak istiyorum.
“Hayatın varlığı için 6 temel element gerekli” (diye biliyorduk).
Bunlar karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor, kükürt. Mesela bunlardan fosfor bu açıklanan buluşta özellikli bir yere sahip.
DNA’nın yapısına baktığınızda fosfor bu yapının bel kemiğinin oluşturulmasında çok önemli. Şimdi deniliyor ki ille de yapıda fosfor bulunmasına gerek yok...onun yerine mesela arsenik olursa da organizma hayatını devam ettirebiliyor. Bu o zaman şu anlama geliyor. Bizim bildiğimiz şekilde ille de bu 6 element ortamda bulunacak diye bir şart yok...alternatifler her zaman mümkün.
Bu aynı zamanda ille de o molekül bu molekül demek de değil.
Hayatın aslında ne kadar değişken ya da ne kadar uyumlu ya da ne kadar toleranslı olması ile de ilgili.

Şimdiye kadar bir gezegende ya da okyanusun karanlıklarında ya da artık neresşyse işte sürekli olarak yaşam olasılığı araştırılırken bu 6 elementin varlığına dayanılarak yapılıyordu çalışmalar.
Aslında bir bakıma doğruydu...çünkü bizim bilidiğimiz anlamda bir hayat için bunlar gerekliydi. Bilmediğiniz şeyler hakkında nasıl yorum yapabilirsiniz ki?
Dolayısı ile bunlardan birinin dahi olmadığı ortamlarda hayat olamazdı diye düşünülüyordu. 
Bu durum tıpkı kendi konuştuğunuz dilden başka bir dili bilmemeye benziyor. 
Hiç bir şey anlamıyorsunuz. 
Başka başka kelimeler var. Ama bilmiyorsunuz işte.

Bu bakımdan DNA’daki böylesine bir olasılık çok büyük çalışmalara gebe.  Alternatif olarak fosfor yerine arseniğinde yer alabilecek olması...hem de DNA’nın stabilitesini koruyarak...yani DNA’nın yerle bir olmasına sebep olmaması...Sadece başka gezegenlerde hayatı ararken farklı elementlerin de yaşamın sebebi olabileceğini bize öğretti. Hem de bunu kendi gezegenimizde öğreniyoruz. Dünya dışı bir yapı diyoruz ama bence bu bilgi kendi gezegenimizi daha tanımadığımızın da bir göstergesi.

Bu arada başka bir şey daha aklıma geldi hazır DNA demişken, hemen yazayım. 

İnsan genom haritası bitirildi diyoruz sürekli.
25bin gen var diyoruz insanda.
Bu genom haritası bu genleri kodlayan bölgeleri  gösteriyor. 
Peki bu genleri kodlayan bölgelerin genomuzun kaçta kaçı biliyor musunuz? 
Yaklaşık olarak yüzde bir buçuğu.Peki geriye kalan bölge ne oluyor derseniz? 
Hala tam bilinmiyor. 
Hatta tam biz insanlara yakışır bir isim bile vermiştik bu koca bölgelere...neyseki yavaş yavaş bu saçma isimden vazgeçiliyor. Bu bölgelere “JUNK DNA” diyorduk. Değersiz, ıskarta DNA...anlamına geliyor.
Halbuki bu hayatta, bu doğada hiç bir şey ıskarta değil...boşuna değil.
Sadece değerini ve anlamını bilmiyor olmak söz konusu.
Yazının devamı...

20 Nis 2010

Beyin göçü

Beyin göçü ne acıklı bir durumdur di mi?
Onca insanı yetiştir sonra gitsinler ve dönmesinler.
Ya da hemen dönmesinler.
Ya da dönsünler ama yeniden gitsinler.
Lafı uzatmadan, şunu söylemek isterim. Göçen beyin değildir.
Bedendir!
Bilim insanı dünyanın neresine giderse gitsin, yaptığı çalışmaların “insanlığa” yararı vardır. Özellikle bunu fen ve tıp alanlarındaki çalışmalar için söylemek isterim.  Bulduğunuz bir tedavi yöntemi sadece kendi toplumunuza değil, dünyanın tüm insanlarına yararı dokunacaktır.
Hem daha da ötesi ise kimi teknolojiler ve bilim dalları ülkenizde gelişmemiş olabilir. Yeterli olgunlukta olmayabilir.
Amanın da ben beynimi göç ettirmeyeyim diye kasıp oturursanız...aynen o olur! Kasıp oturursunuz. Halbuki gidip öğrenip gelseniz ya da gelmeseniz de o işi en iyi şekilde yapacaksanız ve öğrendiğiniz ilim ile etrafınızı aydınlatacaksanız bunun artık beyin göçü ile filan ilgisi yoktur.

Geçenlerde ABD’de yaşayan bir bilimadamımız (
Murat Günel) beyin anevrizmalarında önemli olan 3 gendeki mutasyonları ortaya çıkardı. Bu çalışma dünyanın en saygın dergilerinden Nature Genetics’te yayınlandı. Bu buluş insanlığa katkıdır. Artık bu noktada sınırlar kalkmıştır işte. Daha ötesi bizim topraklarımızda da eğitim almış sonrasında da başka bir ülkeye giderek daha da iyi bir eğitim ile bugün o çalışmayı sonuçlandıracak düzeye gelmiştir.
Bu noktada beyin göçü diye ağlaşmak ise tamamıyla yüzeyselliktir.
Yurt dışından dönen beyinlere de öyle çok özen gösterilmediği de ortadayken bırakın bilim insanları, bilimsel çalışmalarını dünyanın neresinde imkan buluyorlarsa orada yapsınlar.
Bu yukarıda sözünü ettiğim bilim adamımızla Milliyet gazetesinde bir mülakat da yapılmış. Orada gazetecinin sorduğu bir soru var, günde kaç saat çalışıyorsunuz ? diye soruyor. Saatimiz olmaz ki biz bilim insanlarının diyor.
Çok güzel bir cevap bu.
Bizim saatimiz yok ki. Hakikaten öyle!
Gecenin bir saati yataktan  fırlayıp haftalardır düşündüğüm bir problemin çözüm yolunu bulmuş ve sabaha kadar devam etmiştim çalışmaya. Prostat ve meme kanseri hastalarının erken teşhisine yönelik bir çalışmanın küçük bir parçasıydı bu çözümünü bulduğum şey. Bunun etkisi sadece o ülkeye mi yarayacaktı?  Yoksa bundan muzdarip olan tüm insanlara mı?
Aylar boyunca günde 4-5 saat uykuyla yaşadığım zamanlar olmuştur.
Dokuz beş hiç çalışmamışım ki.
Sınırı yok ki...saatler hatta günler geçip giderken...Günde kaç saat çalışıyorsunuzun? cevabı bu yüzden olmaz...olamaz ki.
Bilim insanı olmanın bence en güzel ve zevkli tarafı ise  işiniz hiç rutin değil. Her defasında bir şeyler ama hep
yeni bir şeyler çıkıyor.
Beyin göçü değil  beden göçüdür dedim yazının başında. Böyle dememin en büyük sebebinin bir başka boyutu daha var Onu da kısaca yazayım; uzun bir yolculuğa çıkıyorsunuz bilim adına ve hayatınız oluyor bu yolculuk. İstediğiniz zaman ülkenize gidemiyorsunuz. Zengin çocuğu değilseniz, öyle zırt pırt ülkeye gidip de hasret gideremiyorsunuz. Bunun dışında kimi zaman işiniz engel oluyor, ya da eğitim aşamasındaysanız, okul kuralları, dönemleri...vs.
O yüzden bir göç varsa o da bedenin göçüdür.
Geri kalan beyin göçü tartışmaları ise boş ağlaşmalardır.



Yazının devamı...

30 Mar 2010

Bireysel hastalık öngörü testleri


Pazartesi günü yazdığım yazıda bireysel genom analizleri ve tüm genom analizlerinin biyoteknoloji şirketleri tarafından başlatıldığını yazmıştım. Bazı şirketler ise bir takım hastalıklara genetiksel yatkınlığınızı ölçerek size yüzdeler ve ihtimaller dizisi, daha doğrusu öngörüsü sunuyorlar. Bu hastalık analizlerinin fiyatları 100 dolardan, 400 dolara, 1000 dolara kadar değişiyor. Bunlardan bir tanesi mesela 23andMe.

Geçenlerde New York Times gazetesinde bu konuda bir haber yayınlandı. Bu şirketlerin ve yukarıda ismini de verdiğim şirketin de pek iyi iş yapamadıklarından bahsediyordu. Son 1 yıl içinde iki kere işten çıkarmalarla yüzyüze kalmış çalışanları. 70 kişiden 40 kişiye inmişler. Bilim adamlarının özellikle genetikçilerin görüşü ise özellikle hastalık tahminlerinin hakikaten güzel bir fikir olduğu ama şu an için çok da anlamlı olmadığı şeklinde.

Mesela bir kadının meme kanserine hayatı süresince yakalanma ihtimali ortalama %12. Bu şirketlerde testlerini yaptıran bir araştırmacının (genetik üzerine çalışan bir doktor) sonuçları ise %10 çıkmış. “%10” ne anlama geliyor? diye soruyor doğal olarak. Bunu soran bir bilim adamı, sıradan bir merakli değil. Dolayısı ile alandaki gelişmeleri beklemek en sağlıklısı. Bu arada bu tip analizleri bu Amerikan şirketleri aracılığı ile yapan laboratuvarlar ülkemizde de var.

Size tavsiyem eğer böyle bir test yaptıracaksanız şimdiliık beklemeniz de yarar var. Ama eğlencelik olsun ben merak ediyorum diyorsanız bir şey diyemem.

Anlamlı test sonuçları ve etkili öngörüler için daha zamana ihtiyaç var.

Yazının devamı...

30 Ara 2009

Bi tükürün bakalım!


Tükürün...
Tükürün...
Ama önce şu bir yudumcuk suyu ağzınıza alıp güzelce bir çalkalayın. Sonra da şu küçük kaba tükürün.
Yok...bu yöntem hoşunuza gitmediyse, o zaman hemen oradaki ucu pamuklu çubuğu alın elinize ve ağzınızı açıp yanaklarınızın her iki iç tarafına iyice sürtün. Sonra da onu şurada duran tüpün içine usulca koyun.
Son olarak da bize posta ile yollamanız için özel zarfımıza yerleştirin ve gönderin.
Tükürük örneğinizden DNA’nızı izole edecek ve bakacağız. Bakalım hangi hastalıklara yatkınsınız.
Hatta soyağacınız kimlerle birlikte?
Genetik kökenleriniz nerelere uzanıyor?
Kimlerdensiniz? Ya da kimlerden değilsiniz?

Neden bahsettiğimi merak ettiniz mi? Yoksa zaten çoktandır biliyor muydunuz bu ve benzeri çalışmaları?

Bu yüzyılın başında insan genom projesinin bitirilmesi bu tip çalışmaların yaygınlaşmasını sağladı.

Sadece bu genom projesi de değil. Aynı zamanda teknolojik gelişmelerin özellikle bilgisayarların giderek güçlenmesi veri analizlerini hızlandırdı. Milyonlarca dizi analizi kısa zamanda yapılır hale geldi.

Şimdi ortalıkta bir kaç firma genetik analizler yapmakta. Mesela bunlardan biri 23andme isimli şirket. Şirketin kurucusu, Google’un kurucularından Sergei’nin eşi. Finansal bakımdan epey destekli. En son 27.5 milyon dolarlık yeni bir destek geldi Google’dan. Mesela bu firmanın yaptığı iş, yazımın başında anlattığım aşamalarla başlıyor. Adresinize gönderilen kite numunenizi koyup yolluyorsunuz. Onlar da analiz ediyorlar. Bazı genlerinizde ki bir takım varyasyonlara (gen dizisinde değişiklik gösteren bölgelere) bakıyorlar. Buna göre hangi hastalıklarla ne kadar yatkınlığınız olduğu hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz. Kökeniniz, hastalıklarınız filan derken 500 dolara bu hizmeti sağlıyorlar. Ama sistem çok oturmuş değil. Ekim başında çıkan bir bilimsel makalede bir takım kritik eleştiriler vardı. Bu tür analizlerin daha tatmin edici sonuçlar vermesi için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor. Mesela geçenlerde yine benzer analizleri yapan bir firma deCODE Genetics, (geçen ay) iflas işlemlerine başlamak zorunda kalmıştı. Bunun bir sebebi finansal analizlerini iyi yapamamış olmaları ve dolayısı ile ticari modellerini sağlam kuramamaları ama diğer yandan da bilimsel bakımdan genetik yapının ve bu genetik etkilerin sonuçlarını basit bir denklemde görmeleri sayılabilir.

Bu tip analizler yani hastalık tahminleri, yatkınlıklar kesinlikle çok yakın bir gelecekte olmazsa olmaz analizler içinde yerini alacak. Tıpkı kolesterol tahlilinizi yaptırmak kadar gerekli ve rutin olacak. Günümüzde tüm genom analizi yapan firmalar da mevcut, mesela şu an ortalama 45 bin dolara tüm genetik yapınız, yaklaşık 3 aylık bir laboratuvar çalışması ile ortaya çıkarılıyor. 5-10 yıllık bir zaman zarfında ise bu analizlerin maliyeti 1000 dolara ve daha da aşağılara gerileyecek. Şimdiden binlerce doları vermektense beklemek daha akıllıca.

Hatta daha da ötesi çocuk sahibi olurken şu andaki gibi bahtımıza ne çıkarsa şeklinde olmayacak, hamilelik döneminde bir takım hastalıklar, dünyaya gelecek bebekten yok edilebilecek ya da kalıtımsal hastalıklar bebekte görülmeyecek şekilde gen terapileri uygulanabilecek. Erken sonlanan gebelikler de yani prematüre doğumlar da önceden bilinebilecek ve anne adayları daha güvenli bir hamilelik süreci geçirebilecekler. Kısacası genler ve geleceğimiz pek bir içice olacak. Bilimin aydınlattığı ışık ve berrak kafalı bilim adamları sayesinde geleceğimiz çok daha bilinçli ve sağlıklı yaşanır hale gelecek.
Yazının devamı...

22 Eki 2009

Domuz gribi aşısı üzerine kısa bir not


Önce şu iki yazıma link vererek söze başlayayım.
Aşı ile ilgili olarak bu iki yazıya zamanınız olunca bir göz atarsınız.

Domuz gribi (1 Mayıs 2009 tarihli yazı)
Domuz gribi aşısı caiz mi? (13 Ekim 2009 tarihli yazı)

- Aşının ilk denendiği ülkelerden biri Türkiye olacak deniyor. Türkiye’den çok önce batılı ülkelerde uygulanmaya başlayacak. Türkiye bu konuda dünyanın merkezinde değil, bu bakımdan bir takım komplo teorileri kurmaya da hiç gerek yok aslında.

- Aşılanmada sağlık personeli öncelikli sırada olacak tüm ülkelerde. ABD’de de yine aynı şekilde bir durum söz konusu.

- Domuz gribinin çok şiddetli ve ölümcül bir salgına dönüşme ihtimali elbette var...iki önemli mutasyon daha geçirirse bu gerçekleşebilir. Ama virüs şu anda bu safhaya gelmiş durumda değil. Bu aşamaya gelmesi için de herhangi bir zaman süresine ihtiyacı yok...yıllar sonra olur ya da saatler sonra olacak diyemeyiz. Yani kısacası virüsün çok tehlikeli bir hale geçme potansiyeli var.

- Aşılanma konusunda elbette herkes kendi hür iradesine sahip ama abartıldığı gibi "bizim üzerimizde deneniyor" ya da "kobay olarak kullanılacağız" gibi düşüncelere de kapılmaya gerek yok. Her şey de olduğu gibi yine bu konuda da her kafadan ses çıkmakta.

- Geçen gün katıldığım toplantıda konuşmacı (
ulusal alerji ve salgın hastalıklar enstitüsünün viroloji laboratuvarı yoneticisiydi, http://www3.niaid.nih.gov/labs/) mesela o da aşının olunmasını tavsiye etmişti. Sonuçta bunu söyleyen bir bilim adamı…araştırmacı doktor.

Yani demek istediğim aşı sanki sadece bizim ülkemize geliyor ve bizim üzerimizde denenecek(!) havası verilmeye çalışılıyor. Böyle düşünmeye gerek yok…dünyanın merkezinde değiliz.
Yazının devamı...

13 Eki 2009

Domuz gribi aşısı caiz mi?

Böyle bir fantastik (!) sorunun ilgili haberi şuradaki linkte.

Bu soruyu sormak tek kelime ile bilgisizliktendir.
Önce “
aşı ne demektir?” bunu bilmek lazım.
Sonra “
domuz gribi aşısı nedir?” onu bilmek gerekiyor galiba.

Tüm bunları bilince de böyle bir sorunun ne kadar boş ve tamamıyla cahillikle sorulduğunu anlamak hiç zor olmuyor.
Bilgi çağında yaşadığımızdan söz ediliyor.
Ama elbette dünyanın her tarafı bu bilgi çağını yakalamış durumda değil.
Hala bir takım bilim gerisi sorular ve fikirler uçuşmakta...özellikle ülkemizde son yıllarda bu durum çok daha yaygın.
Sanki insanlar iyice cahil bırakılmak isteniyor.
Hurafelere inandırılmak isteniyor.
Sanki” diyerek fazla kibarlık yaptım.

Aşı nedir?
En basit tanımıyla bir takım hastalıklardan korunmak amacıyla hastalığa neden olan patojenin bu bakteri ya da virüs olmaktadır, bunların aktif olmayan formlarının vücuda verilmesi ve vücudun da bu patojenlere karşı bağışıklık kazanmasının sağlanmasıdır. Bağışıklığın sağlanması da bu vücuda giren patojenlerin taşıdıkları bir takım proteinlerin tanınması ve sistemde hafızada tutularak bir daha ki seferde karşılaşılması halinde savunma mekanizmasının harekete geçirilmesinden ibarettir.

Domuz gribi aşısı nedir?
Elbette ki domuz hücreleri ya da DNAsı ile ilgili bir aşı değildir.
Ama olsa ne olur?
Eğer insanların sağlığı söz konusu ve hayatın kutsallığı söz konusu ise domuz ya da değil ne önemi var?
Cahillerden ve cahilliği teşvik edenlerden Allah bizi korusun!
Domuz aşısı, domuzda hayat bulan domuzu etkileyen oradan da insanlara geçebilen bir virüsün yani patojenin aşı durumuna getirilmiş halidir. Bu patojen gribe sebep olmaktadır.
Domuz genomu ile hiç bir alakası yoktur.

Domuz gribi aşısı da bu virüsün inaktif formundan yapılan bir aşıdır.
İnaktif yani
aktif olmayan form ne demektir derseniz? O da virusun DNA ya da RNA sı yani genomik materyali YOK EDİLMİŞ halidir. Sadece dış cephesi vardır, virüsün. İçindeki aktif materyal yoktur.
Eğer olursa ne olur?
Olursa bu virüs kendini çoğaltır kopyalarını yapar yani hastalığa sebep olur.

Genetik materyal taşıyor denmiş yazıda. Genetik materyal taşıyorsa o zaman o aşı değildir ki zaten.
Bu saçma soruyu ve haberi görünce yazmadan edemedim.
Mayıs ayında domuz gribi üzerine bir yazı yazmıştım. İlgilenirseniz buradan okuyabilirsiniz.

Yazının devamı...

20 Ağu 2009

Bedenlerde hapsolmak

Başınızın ağrıdığını ama çok ağrıdığını düşünün.
İlaç almanıza rağmen o inatçı ağrı geçmemektedir bir türlü. Ağrı olduğu müddetçe de hiç bir işinizi doğru dürüst yapamazsınız. Kısacası hangi ağrı olursa olsun, ağrının varlığında hayat iyice zorlaşır.
Halbuki ne güzeldi bir kaç saat önce bedenim ve ben sakin huzurlu bir deniz misali rahattık, özgürdüm.

“Özgür olmak” herhalde anahtar kelime budur.

Dünyaya geliyoruz ve şanslı bireylerdensek, tam donanımlı ve tam fonksiyon gösteren bir bedene sahip oluyoruz. İşin kötüsü o kadar sahip oluyoruz ki bize hiç bir şey olmaz diye bakıyoruz. Pek bi hor kullanıyoruz. Özellikle tıka basa dolduruyoruz midemizi. Çoğu zaman yediklerimiz hep zararlı.

Bir bebek ile 35lerinde kilolu ve sigara içen bir yetişkinin damarlarının iç yüzeyini karşılaştırın. Korkacaksınızdır. Aradaki deformasyon korkunç boyutlarda.

Arabanıza koyduğunuz benzine son derece özen gösterirken aldığınız gıdalara aynı özeni göstermemek nedir acaba?


Kısacası bedenlerimizin değerini herhangi bir basit ağrıda çok daha iyi anlıyoruz. Hani o şiddetli baş ağrısında, bıraksak bedenimizi şu koltuğun üzerine sonra bitince gelsek...hani ağrı geçene kadar tutsak kalmasak o bedenin içinde?

Bu durum basit ağrılar için böyle.

Ya hastalıklarda? Hem de sonu hiç iyi olmayacak olan hastalıklarda?

Bütün bilinciniz ile aklınız ile her şeyi mantıklı ve eskisi kadar keskin düşünürken bedeninizin sizi bir süre sonra taşıyamacağını bilerek yaşamak yine aynı hissi vermez mi? Yani bedeninizin içine sanki bir kafes gibi hapsolmuş durumdasınız.
Kaçacak yer yok.
Çare yoksa mecburen katlanacaksınız ve yüzleşeceksiniz her şey ile dakika dakika...saniye saniye. Kardeşleriniz, eşiniz, çocuğunuz, anne ve babanız...kısacası en yakınlarınıza rağmen, onlar değil bizzat siz yüzleşeceksiniz her şey ile. Adım adım hem de.

Sağlığın değerini bilmek çok önemli bu bakımdan.

Bedenlerimize hapsolmuşuz ve gidecek başka hiç bir yer yok.
Bu dünyada yaşadığımız sürece hep o bedenler içindeyiz.
Hiç bir şeyin garantisi de yok.

Bu arada elbette sanki zaman ayarlı bir bomba gibi aktive olacağı günü ya da tetikleyecek ortamını bekleyen bozuk genlerimiz de mevcut, günü geldiğinde hastalığın kaynağını oluşturacaklar.Dolayısı ile hazır sağlıklı iken bunun kıymetini bilelim. Hayatımız uzun olabilir ama kırık dökük bir bedenin içinde hapsolmuş şekilde hayatın uzunluğu sadece cefaya dönüşecektir.

Yazının devamı...

13 Ağu 2009

Kanserojen Hayatlar

Dünyada ve ülkemizde son yıllarda kanser vakalarında kayda değer bir artış var. Kendi ülkemize baktığımızda bazı kanser tiplerinin bölgelere ve hatta şehirlere göre bir özellik taşıdığını bile farkedebiliyoruz.

"Halbuki hiç sigara içmezdi...ama bak akciğer kanseri oldu adam"
ya da
"Bak içkisi bile yoktu...pankreas kanserine yakalanmış"...gibi laflar çevremizde dolaşır oldu. Bazen lafların dolaşmasına gerek kalmadan hastalığı bizzat yaşayan olduk/oluyoruz.

Dikkatinizi çekmek istediğim nokta kanserojen maddeler.

Kullandığımız şampuanda, sabunda...yediğimiz yiyecek ve içeceklerdeki kanserojen maddeler.

Sakın küçümsemeyin...bir takım markaları yıllarca kullanıyoruz ve içlerinde kullanılan kanserojen maddeler zamanla vücudumuzda birikiyor ve sonrasında sinsi sinsi DNAmızı etkiliyor...genlerimizi ve onların ürünü olan proteinleri.

Proteinler ki yapıtaşlarıdır vücudumuzun ...bunlarda meydana gelen bir takım bozukluklar, rol aldıkları sistemi acımasızca etkiliyor. Acımasızca etkiliyor diyorum çünkü o hiç istemediğimiz kanser gibi gelişmelerle karşılaşıyoruz.

Bir takım maddeler var bunlara dikkat edin...markete gidince üşenmeyin ve içerdiği maddeler kısmında o bir sürü kimyasal madde arasında bakın şu aşağıdaki isimler var mı...varsa koyun geriye.

İzin vermeyin vücudunuzda birikmesine ve sinsi sinsi sizi ele geçirmesine...bir de sakın demeyin “evladım biz zaten sigara içiyoruz...nolcak o şampuandaki, sabundaki kimyasaldan”. Hakikaten böyle demeyin çünkü eğer siz bizzat kendinize özen göstermezseniz... başkalarından size özen göstermesini hiç beklemeyin!

Ha bir de bir web sitesi var...orada da bir çok kozmetik ürününün, ne kadar zararlı ya da ne kadar iyi olduğunu araştırabilirsiniz. Her ürün yok ama gelişen bir site... tavsiye ederim.

http://www.cosmeticdatabase.com/

Bir de aşağıya yazacağım listeyi de göz ardı etmeyin yazın bir kenara...markete gidince bakarsınız...şu blog yazarı “Biraz” demişti dersiniz...dersiniz di mi?

Bu listede ki kimyasallar kanserojen etkili olan maddelerden bir kısmıdır. Her ürün de elbette bulunmuyorlar...iyi ki de bulunmuyorlar.

-
1, 4-dioxane
= Kanserojen bir maddedir. Genelde SODIUM LAURETH SULFATE ile birlikte bulunur. Çocuk şampuanlarında bile yer alabiliyor. Dikkat edin.

Diethanolamine (DEA)= Hormon çalışmasını aksatıcı/bozucu etkileri var. Vücutta “kolin” maddesini azaltıyor. Kolin, fetal beyin gelişimi için gerekli…hamileler uzak dursun DEA’dan.

Coal tar(kömür katranı)= Bazı kepek şampuanları, kaşınma önleyici kremler, hatta bazı ağız yıkama solüsyonları bu maddeyi içeriyor…Eğer kullandığınız marka da bu madde varsa…koyun geriye…atmayın sepete!

Formaldehyde(Formaldehit)= Bir sürü yan etkisi var. Bağışıklık sisteminden tutunda, solunum sistemine kadar zararlı etkileri var…Evet buda kanserojen. Bebek sabunlarında, tırnak parlatıcılarda da saç boyalarında oluyor.

Anti-bakteriyel maddeler= Bir takım el ve vücud sabunları antibakteriyel maddeler içeriyor. Sürekli kullanımı E. coli ve Salmonella enterica gibi hastalık yapan mikroplara karşı vücudun doğal direnç mekanizmasını olumsuz etkiliyor…Normal bir sabun ile ellerinizi güzelce yıkadınız mı bu da yeter. İlle de antibakteriyel etiket taşımasına gerek yok.

Fragrance= Özellikle yabancı ürünlerde mesela parfümlerde, kozmetik ürünlerinde bu kelimeyi görünce yine almayın o ürünü…Genelde bu FRAGRANCE ismi altında “phthalates” adlı kimyasal madde simgelenmekte (ya da gizlenmekte mi demeliydim?). Obezliğe yol açtığı gibi üreme sistemi üzerine olumsuz etkileri de olabilmekte.

-

NOT: Daha bir çok madde var ama ben en fazla denk gelebileceklerimizi yazdım.



Bu yazım ilk olarak MBde yayımlanmıştır.

Yazının devamı...

1 May 2009

Domuz Gribi


Sabaha karşı  aşı ünitesinin tüm bilim adamları laboratuvara çağrılır.
Şirkette aralıksız  ve hatta mola vermeden, eve gitmeden yoğun bir tempo ile çalışmalar başlar. Boston biyoteknoloji ve tıp merkezlerinin adeta Mekke’si olan bir yer. Pek çok büyük ilaç ve biyoteknoloji firmasının araştırma-geliştirme merkezlerinin bulunduğu bir şehir. Sabaha karşı bilim adamlarının laboratuvarlara çağrılması ise bir kurgu anlatım değil. Bizzat bu hafta başında çok büyük bir firmada yaşananlar.

Bilim adamları bu ara durmaksızın domuz gribi üzerine çalışmaktalar. Aşısının bulunması ise çok büyük bir gereklilik olacağa benziyor.

Domuz gribi nedir? (Swine Flu)
Bir grip virüsünün (
H1N1) neden olduğu ve domuzlarda görülen solunum yolları hastalığıdır.

Domuzlarda görülebilen bir olaydır. 
İnsanlarda da görülmektedir. Özellikle domuzlara yakın olan insanlara (özellikle çiftliklerde) bu grip virüsünün de bulaşma riski söz konusudur.
ABD’de 2006-2008 arasında 12 vaka tespit edilmiştir. Fakat Mart ve Nisan 2009 ise yüksek sayıda artışların gözlemlendiği ve insandan insana geçişlerin olduğu bir zaman dilimidir.
(ABD'de 1Mayıs 2009 itibariyle 109 vaka tespit edilmiş ve 1 ölü vardır.)

Belirtileri nedir?
Geleneksel grip durumları gibi belirtiler gözlemlenir.
Öksürük, ateş, ağrı yapan boğaz, baş ağrısı, üşüme, titreme, halsizlik, kas ağrıları. Bazı kişilerde kusma, ishal. Hatta ölüme kadar giden durumlar.

Tedavi edilebilir mi?
Antiviral ilaçlar kullanılmakta. Bu arada hasta olan kişiler dinlenmeli, bol sıvı gıda almalı, diğer insanlar ile kontak kurmaktan kaçınmalı. Antiviral ilaçlar ile tedavi mümkün. Ama her insanın da farklı yapıda olduğunu ve muhtemel değişik cevaplar vereceklerini de unutmamak gerek.

Nasıl korunabilirim?
Karşınızdakilerin sağlıklı olduğunu bilsenizde el sıkışmayın, sarılmayın, öpüşmeyin. Ellerinizi sürekli yıkayın. Özellikle toplu kullanılan eşyları mümkün olduğunca ellemeyin. Solunum yolu ile geçmesine rağmen yine de herkesin kullandığı eşyaları kullanmaktan bir süre kaçının....mesela internet cafelerde kullanılan bilgisayarlar...umumi telefonlar...kapı kolları...vs vs.

Bu tip yerleri ellemişseniz gözünüze, burnunuza, ağzınıza kesinlikle dokunmayın.

Hastalık şüphesi varsa doktorunuz burun içinizden bir örnek alarak test edecek ve ona göre uygulanacak tedaviye karar verecektir.

H1N1 olarak isimlendirilen bu virüs...genelde gribal enfeksiyonlarda kullanılan oseltamivir, zanamivir, amantadine ve rimantadine antiviral ilaçlardan amantadine ve rimantadine isimli ilaçlara dayanıklı fakat oseltamivir, zanamivir’e duyarlıdır.
Bu veriler ABD ve Meksika’da görülen vakalar için elde edilmiş bilgilerdir.

Kaynaklar:

Centers for Disease Control and Prevention
Massachusetts Department of Public Health

Yazının devamı...

3 Nis 2009

Bireysellik ve Tıp-2


Bir önceki blogta bireysellik ve tıp üzerine yazınca onu takip eden ve fakat daha önce yayımlanmış bir yazımı buraya koymanın iyi bir fikir olduğunu düşündüm.

Bireysel tedaviye örnek olması bakımından orijinal bir örnek olduğunu düşünüyorum. Yine mümkün olduğunca teknik terimlerden ve okuyanı boğucu derinliklerden kaçarak yazmaya çalıştım.

Warfarin, pıhtılaşmayı önleyici bir ilaç. Ağız yoluyla alındığı gibi vücuda enjekte de edilebilir. Uygulanacak dozaj son derece önemli. Genelde hastaya verilecek olan günlük doz 1-10 mg arasında. 2007 Eylülde, FDA (ABD’de ilaçların ve yiyeceklerin insan sağlığına uygun olduğunu denetleyen ve kullanım onayı veren kurul) warfarin için hasta dozajının ayarlanmasında genetik test zorunluluğu getirdi.

İşte bu bireysel tıp diye adlandırabileceğimiz sistemin uygulanmasına en yeni örneklerden biridir. Dolayısı ile artık kişilerin yapılarının farklılık göstermesinin ve bunun da bizzat dikkate alınmasına bir örnektir. Warfarin bugüne kadar pek çok hayat kurtarmıştır ve hatta penisilin ile hayat kurtarma yarışına girseler. Neredeyse her ikisi de birinci çıkacak. Belki penisilin biraz daha önde olabilir yarışta...

Neyse sonuçta demek istediğim warfarin önemli bir ilaç. İlk kullanım alanı neydi biliyor musunuz? Fare zehiri olarak yapıldı1948 yılında...Sonra 1955lere doğru pıhtılaşmayı önleyen ve hayat kurtaran bir ilaç olarak ün yaptı.

Dozaj ayarı çok önemli hatta kritik desek daha iyi...Sadece ABD’de bu nedenle acil servislere yılda 40.000 (kırk bin) kişi geliyor. Duruma göre ölümle sonuçlanan vakalar da var.

Bazılarımız başkalarına göre daha az doz almak durumunda...ya da daha fazla...her birey farklı. İşte bu genetik test ile dozaj saptanabilecek.

Warfarinin aktivitesi P450 2C9 ve VKORC1 isimli genlerden etkileniyor. P450 2C9 geninin dizisindeki bir değişiklik ilacın metabolizmaya katılmasını yavaşlatıyor ki kanamalar için bir risk oluşturuyor. Bu gen dizisindeki değişiklik her bireye gore farklılık gösterebilir (işte burada bireysellik işin içine giriyor). VKORC1 geninde de değişiklikler yine ilacın işleyişinde etkili.

Hatta bunun üzerine Washington Üniversitesi Tıp Merkezindeki araştırmacılar http://warfarindosing.org/ isimli web sitesinde doktorlara yardımcı olması amacıyla 1000 hastaya dayanılarak bir veri bankası kurarak dozaj tahmini de yapıyor.

Bu arada önemli bir ayrıntıyı tekrar belirtmekte yarar var. Bu yazıda söz edilen genlerin varlığı yeni değil elbette…FDA’nın warfarin kullanımı için böyle bir testi istemesi bireysel tıp için dikkate değer.

İlgilenenlere web sitesinin yayınlandığı makale;
Millican E, Jacobsen PA, Milligan PE, Grosso L, Eby C, Deych E, Grice G, Clohisy JC, Barrack RL, Burnett RS, Voora D, Gatchel S, Tiemeier A, Gage B. Genetic-Based Dosing in Orthopedic Patients Beginning Warfarin Therapy. Blood 2007.


Bu yazım ilk olarak MBide yayımlanmıştır.

Yazının devamı...

2 Nis 2009

Bireysellik...ve Tıp

Yıl 1987... Telefon çaldığında evdeki herkes "acaba bana mı?" diye merak eder. Hatta herkes telefonu açma çırpıntısına girer.

Yıl 2007... Telefonlar yine çalmakta ama bir fark ile... bizzat size ulaşabiliyorlar ve siz de artık istediğiniz kişiye bizzat ulaşabilmektesiniz. Kimi istiyorsanız o karşınızda. Hatta görüntülü bile olarak... belki bu işin biraz detayı ama kısa zamanda bu opsiyon da rutin olacak.

Arabanızda bastığınız bir takım tuşlar sizin koltuğunuzun, aynanızın, direksiyonunuzun ayarlarını yapıyor ve hafızasına alıyor... Ama sizin ayarlarınız bu... Eşiniz binince onunki farklı...

Dikkat ettiniz mi?
Hayatımızda pek çok şey bize özgü olmaya başladı.
Ya da daha acımasız olan kelimeyi yazayım:
Bireyselleşiyoruz!

Herşey bize özel olmaya doğru gidiyor. Bu çok doğal çünkü hepimiz özeliz. 

Şimdilerde sağlığımız da bize özel...
Öyle sıradan değil.

Hadi tam olarak değil ama yakın hem de çok yakın bir gelecekte tedaviler, teşhisler de bize özel olacak; mesela birazcık ilkel de olsa ilk uygulamaların bir 5 yıl içinde hayatımıza gireceğini söylemek hayal olmaz... Hayalcilik hiç olmaz.

Hepimiz farklıyız, DNA bazında yüzde 0.1 lik fark var aramızda ama çok önemli.

Hayat detaylarda saklı aslında.
Tüm kabalıklarımıza rağmen herşey detaylarda saklı.

Özellikle kanser ile ilgili çok yoğun çalışmalar var.
Alan ile ilgisi olan insanlar elbette biliyor ama artık alan dışındaki insanlara da duyurmak lazım. Öyle heyecan yaratmak için değil neler olup bittiğini bildirmek bakımından çok önemli.

DNA çip. Duydunuz mu hiç bunu?...
Duymadıysanız eğer kısaca bahsedeyim. İnsanoğlu yaklaşık 25-30 bin gen taşıyor. Saçınızın renginden hangi hastalıklara yatkınlığınız olduğuna kadar pek çok bilgi var bu genlerde.
Hiç hafife almayın!

Kibrit kutusu büyüklüğünde ve belki 2 cm kalınlığında bir cisim düşünün.
Binlerce kareye bölünmüş ve her bir karede genlerinizi yakalayabilecek küçük molekül (nükleotid) dizileri yerleştirilmiş. Mesela kanser hastasından alacağınız bir örneği bu çip ile muamele ettiğinizde hangi genlerin aktive ve hangilerinin inaktive olduğunu bulmanız mümkün.

Sonrası genler arası ilişkilerde saklı, tıpkı bir yol haritası gibi hangi genin kiminle ilişkide olduğunu ya da hangi genin kimi baskıladığını ortaya çıkarmak mümkün.

İşte bu noktada bireysellik işin içine giriyor.
Her birey kendine özgü.
Bakmayın şimdilerde uygulanan ve herkesi bir çizgide tutan tedavilere.
İşler daha da karmaşıklaşacak ve daha bilgili olmak gerekecek her konuda...
Doktorların da tıp fakültesinden çıktığı bilgilerle durumu idare etme imkanları olamayacak ne yazık ki (bu her doktor/bilim adamı için geçerli değil, her daim kendini yenileyen doktorlar/bilim adamları bunun tamamıyla dışındadır)

Nerede kalmıştık...?
Bireysel tıp, evet herkesin durumuna göre bir ilaç dizaynı geliyor.
Ve hatta nokta hedef diyebileceğimiz türde bir yaklaşım söz konusu.

Bugün bilgisayarların da yardımıyla binlerce molekül deneniyor acaba hangisi o hastalığı yaratan proteini bloke edebilir diye.
Mesela 30bin molekül...
Mesela 50bin...
Ya da belki 200bin...
Bunları laboratuvarda denemek ve sonuçlarını görmeye ömür yetmez.
Hatta ömürler yetmez.
O bilgisayarlar yardımıyla denenen binlerce molekülden umut vaad eden bir kaç tanesi laboratuvarlara gönderiliyor.
Onlar daha sonra işte bizlere ilaç olarak dönmeye başlıyor.

Elbette burada yazdıklarım detaylardan özenle kaçınılarak yazılmıştır. Amacım bireysel tıbbın hayatımıza girmesiyle çok şeyin değişeceğinı duyurmaktır.

Resim= David Kawai

(Resim Dnaçip ya da diğer ismiyle gençip görüntüsüdür.)

Bu yazım ilk olarak MB'de yayımlanmıştır.

Yazının devamı...

24 Mar 2009

1906 yılında keşfedildi.


Alois Alzheimer, kasım ayının 26sında, 1901 yılında bugün onu ünlü yapacak olan hastası bayan Auguste D. ile karşılaşacaktır. Dr Alzheimer o sıralar Frankfurt'taki psikiyatri kliniğinde asistandır.
Bayan Auguste 51 yaşındadır. Daha ilk görüşmelerinde dikkatini çeken şey, daha önce bu tür semptomları görmediğidir. Alzheimer sorular sorduğunda aldığı cevaplar sorularının karşılığı değildir. Bayan Auguste kurduğu cümlelerin ortasında aniden durmaktadır...ama sanki ne diyeceğini unutmuş  gibi bir duruştur onunki.
Kafası karışık ve endişeli bir görüntüdedir.
Alzheimer daha önce hiç görmediği bu vakaya çok meraklanır. Fakat daha 5 yıl kadar beklemesi gerekecektir, bu sistemin altında yatan patolojiyi anlamak için.

Bayan Auguste 8 Nisan 1906da ölür. O tarihte Münih'teki Royal Psikiyatri Kliniğinin anatomi laboratuvarının başında olan Alzheimer, kadının beynini histolojik analizler için istetir. Gördüklerini çizmeye başlar. Daha hemen farkederki sadece yaptığı mülakatlar farklı değildir. Üzerinde çalıştığı beyin de çok farklıdır. Bilinen tüm beyin patolojilerinden farklıdır.
İncelemelerinde çok fazla sayıda beyin hücresinin çok öncesinde öldüğünü gözlemler. Geriye kalanlarında kalın ipliksi bir yapı/katman ile kaplandıklarını farkeder. Dahası beyin korteksi bilinmeyen bir plakamsı bir yapıyla kaplıdır. 

3 Kasım 1906da Alzheimer bu durumu Tubingen'deki bir pskiyatri toplantısında sunar. Yeni bir hastalığı keşfettiğini açıklar. 1911 yılında ise Auguste D.'nin beyin histopatolojisindeki bulguları Johann F. vakasında buldukları ile birlikte yayınlar.
Bugün ise artık hepimiz bilmekteyiz bu doktorun ismiyle anılan hastalığı.

Bu arada bir iki küçük not eklemek isterim.
Alzheimer öldürmez"
 diye bir laf dolaşır halk arasında ama bu gerçek değildir. Alzheimer genelde önce beynin hafıza ve öğrenme kısımlarını çökertirken hemen ardından ya da eş zamanlı düşünebilme ve planlama yapabilme kısımlarının fonksiyonlarını bertaraf eder. Sonrasında hastalık yayılır. Hayatsal faaliyetlerin olduğu bölgeler de zarar görmeye başlar. 8-20 yıl arası bir zaman içinde hayat sonlanır.
Aslına bakarsanız bayan Auguste çok genç ölmüştür. Hastalık çok erken yaşlarında başlamış öyle anlaşılıyor. Genelde 60 yaşından sonra kendini şiddetli olarak gösteriyor. Ama böyle çok erken de başladığı görülmekte.

Şu anda hastalığa çözüm yolu bulunmamaktadır. Hani meselâ oluşan protein tabakalarını yok etmek ya da oluşmasını engellemek düşünülen çözüm yolları arasında. Bilim bu konular üzerine epey kafa yoruyor. Genlerin birbiri ile olan ilişkisinin anlaşılması, hastalığın mekanizmasının daha da çözümlenmesine imkân verirken, nokta hedef diyebileceğimiz bir takım ilaçlar geliştirilecek ve hatta geliştirilmekte günümüzde.


(Yazının ilk bölümünü The Scientist dergisinin Mart 2009 sayısından alarak yazdım.)


Yazının devamı...

21 Mar 2009

Beynimin ele geçirilemeyen yerleri.

Eskiden olsa hemen hatırlardım telefonunu ama iyi ki şu cep telefonu çıktı da basıyorum iki tuşa numarası hemen karşımda. Ekranda okuması her ne kadar zor da olsa hiç yoktan iyidir.

Eskiden konuşurken ya da sohbet ederken diyelim.
Tuhaf duraklamalarım olmazdı.
Söyleyeceğim kelimelerin aklımdan uçuşması da olmazdı.

Eskiden göbeğim çıktı diye üzülürken şimdilerde ise adeta suyunu çekmiş derimin kemiklerime yapıştığı bir görüntü ile yaşamak zorundayım.
Oysa ben çok yakışıklıydım çok...ama her şey gibi bu da geçiyor...hatta geçti çoktan.

Ve yine eskiden bu kadar unutkanlıklarım da olmazdı. Yaşımın 81 olduğunu öğrenince karşımdaki insanların “Eeee olacak artık o kadar” bakışlarını görmemiş gibi yapıyorum. Bakışlarını anlamadıklarımı sanmalarını yaşlılığımın çaresizliğine gizliyorum hemen...”

Yukarıdaki hayali diyaloğu yaşlı bir insanın dilinden aktarmaya çalıştım. Yaşlanacak kadar uzun yaşarsam belki de daha fazlasını söyliyeceğimdir kim bilir?

Yaşlanma ve yaşlılık üzerine bir kaç blog yazdım...Hatta öykülerim de var. Zamanında yaşlılık biyokimyası üzerine çalışmamın bununla ilgisi olsa da...ardında yatan asıl sebep; Yaşlılığın kaçınılmaz bir süreç olduğunu bilmemize rağmen, ne yazık ki pek çoğumuzun bu durumu anlayamaması ve çevremizdeki yaşlıların bir zamanlar bizlerden bile daha genç olduğunun düşünülmemesinin rahatsızlığı vardır.

Bu rahatsızlık ise yaşlılara “saygı” adı altında hep lafta kalmış hareketleri görmemden kaynaklanmıştır. “Yaşamış yaşayacağı kadar” tavrı ne yazık ki sokaktaki adamdan bizzat sağlık işleri ile uğraşan adama kadar yayılmıştır.

O yüzden işte yine yaşlılık üzerine yazıyorum.

Bu sefer ise birazcık “yaşlanan beynimiz” üzerine yazmak istedim. Sizleri de pek baydırmadan, hem de teknik jargona kaymadan zamanımızın ne kadar kıymetli olduğunu göstermek bakımından işte “yaşlanmak ve beynimiz”.

Daha küçük çoçukken mesela ilkokula yeni başlamışken herhangi bir mecburi öğrenme olmadan günde ortalama 9 kelime öğreniriz ama bu inanılmaz bir hızla artarak devam eder.
Mesela daha iki yaşına gelmeden 250 den fazla kelimeyi çoktan öğrenmişizdir. Beynimiz adeta bir sünger gibi emer.

Beynimizdeki hücreler (nöron) arasındaki bağlantılar her geçen gün artar. Bir nöronun bazen onlarca ve hatta yüzlerce bağlantısı olmaktadır. Bu yüzdendir ki beyinde ki yaşlanma pek bir ciddidir. Nöronlar diğer nöronlarla veya başka hücrelerle bağlantılarını kurduktan sonra bir daha bölünmezler/çoğalmazlar. Zaten düşünsenize onlarca yüzlerce bağlantı yapmış bir nöron bölünüyor ve yeni hücreler oluşuyor peki önce kurulan bağlantılar nasıl yeniden sağlanacak?...ve hatta bu şekilde milyonlarca bölünmenin olduğunu düşünün ve kurulmuş bağlantı sayısı ile çarpın tam kaotik bir durum...Hani “devrelerin gerçekten atması” durumu.

Bu nedenle beyindeki hücrelerimizin hasar görenleri tekrar oluşturulmazlar. Zaten yeni oluşacak olanın da eski bağlantıları tekrar kurmasına da imkan yoktur.

Bir nöronun ölmeye başlamasında en görünen değişim hücrenin bozulmaya başlaması ve o bağlantıları sağlayan yapıların (dendrit) yavaş yavaş geri çekilmesidir. Bu yavaş gerçekleşir, yıllar alır..zaten bu da yaşlanmanın bir göstergesi değil midir? Zaman içinde bağlantılar azalır...sonra bir takım nöronlar ölür. Duruma ve yerine göre etkilenmeye başlar...hissederiz kaçınılmaz değişimi.
Beynimiz kafatasımızın içinde hala durmaktadır tüm hacmiyle ama ileri yaşlılıkta ağırlığının %10 unu kaybetmiştir.
Nöronların kaybı belli bir düzen içinde olmaz. Yani kayıpların düzeni eşit bir şekilde yayılmamıştır beyine. Mesela sağlıklı ve aktif bir yaşlı insanda serebral kortex (beynimizin dış çeperlerini içeren bölge) çok daha az etkilenmektedir bu kayıplardan.

Seksenli yaşların ötesinde doğal olarak nöron kayıpları daha da fazlalaşır. Hatta omurilikte başlayan kayıplar ile hareketlerimiz ve dengemiz de bu durumdan payını alır.

Bu bakımdan yaşlılıkta ve elbette öncesinde beynimizi aktif tutmaya özen göstermeliyiz. Hayatımızın son anlarında bile ne yaptığımızın, ne yaşadığımızın bilincinde olmayı arzu ediyorsak.
Sevdiklerimizin bilincinde olmayı ve hatta kalan anılarımızı da bir daha hatırlamayı istiyorsak o zaman beynimize özen gösterelim onu aktif tutacak işleri yapalım...bir sürü şey var ama bazıları mesela...mesela...
Mesela bulmaca çözmek...
mesela blog/yazı yazmak...
ve de
mesela kitap okumak gibi.

-
Yararlanılan kaynaklar:
A Means to an End: The Biological Basis of Aging and Death. William A Clark
The birth of the mind. Gary Marcus.

(Bu yazım ilk olarak MB'de yayımlanmıştır)

Yazının devamı...
 

Blog Listem

Hayattan ve Masallardan Biraz Copyright © 2009 WoodMag is Designed by Ipietoon for Free Blogger Template