13 Eyl 2008

Sınır çizmek.


Yavvv...bi susun...yavvv! Bakın yazıcam isminizi tahtaya!” 
Sınıf başkanımız böyle diyerek isimleri yazardı. Ama sınıftaki sesler kesilmezdi ki. 
Hatta bıçkın arkadaşlarımız “Yaz yaa...yaz! Hatta yanına da on çarpı daha koy!” diyerek sınıf başkanının güya ortamın zıvanadan çıkmaması için uyguladığı bu önlemi yerle bir ederdi. 

Oysa tahtaya yazma işi bizzat öğretmenlerimiz tarafından önerilmiş bir sistemdi (!). Ne tarafından bakarsanız bakın süper sakat bir uygulamaydı bence.

İşin en kötüsü de bazı öğretmenlerimiz daha sınıfa girerken bize merhaba bile demeden o tahtadaki isimlere bakardı ardından da, kafalarda cetvelleri itinayla kırar, kulakları heyecanla koparırlardı.  O isimlerin sahipleri ise fena dayak yediğinden sınıf başkanı pek sevilmeyen ve hatta jurnalci tadında bir insan olarak anılırdı. Bazı öğretmenlerimiz ise tahtadaki yazıları ve yanındaki çarpıları hiç umursamaz bırakırlardı kendi haline ve öylece yazıldıkları gibi kalırlardı. Böylece sınıf başkanının düzen koruyuculuğu da (!) fena halde havada kalırdı. Otoritesi biterdi.
Sonra sonra gelişiyordu frenleme sistemlerimiz ve şikayet etmek ayıp oluyordu.
Peki şikayet edilenin yaptığı ayıp değil miydi acaba?
Ayıptı ama kendi aramızda kalıyordu.

Bir sonraki “ayıp”a kadar. Ya da zararı bizzat bize dokunana kadar. Böyle çarpık denklemlerle kafamız karmakarışık olurken...bir zaman sonra yapılanlara yanlış ta olsa pek sesimizi çıkarmamaya başladık.

Kafamızda hep o tuhaf jurnalcilik ve sevilmeyen insan görüntüsü beliriyordu. Sevilmeyen olmayı da istemiyorduk...hiç kimse istemiyordu ki. Sonrasında büyüdüğümüzde ise etik olmayan durumlara ve şeylere sesimiz çıkar gibi olunca suçlu hisseder olduk kendimizi belki de bu yüzden. Sesimiz çıktığında da zaten “neden bu kadar önemsiyorsun, boşver” iknaları ile yine yavaşça oturuyorduk yerimize. Birey olarak gösterdiğimiz kimi tepkiler mağdur olsak ta bazen bu ses çıkarmamız yüzünden pek uygun bulunmuyordu. 

O yüzden sessizce sessizliğe bürünmeye başlıyorduk. Bu sessizliğimiz ise bir zaman sonra durumları kabul etmeye veya o şekilde yaşamayı uygun bulmaya dönüşüyordu. Hatta tuhaf bir acıma duygusu ile çizgileri de birbirine mi karıştırıyorduk acaba? Acıma duyguları yoğun olunca mantık sanki uzaklaşıyordu ve mantığın uzaklaşması iyi olabilir miydi ki? Belki de iyiydi ama yaralanmalarımızı da beraberinde getiriyordu sanki. Hayat denilen yolculuğumuzda o kadar çok şeye evet diyorduk ki bazen bir “hayır” dememiz tüm evetleri siliyor...ve bizi zor durumda bırakıyordu. 

Oysa hayatta “hayır” demeyi de bilmek gerekiyordu. Aslında her “hayır” aynı zamanda sınırlarımızın olduğunun da bir göstergesiydi. Her ne kadar “hayır” demek sınırlarımızın olduğunu göstermek bakımından önemli ise de affedebilmenin de tuhaf bir sınır belirleyiciliği var. Her affedişin ardında aynı şeylerin tekrarına bir daha tahammül edilmeyeceğinin uyarısı var ve bu da bir bakıma sınır çizmek oluyor galiba.


(bu yazım Milliyet Blog sitesindeki kendi alanımda 13.9.2008 tarihinde yayımlanmıştır ilgili link:http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=131919)

3 Yorum:

Adsız dedi ki...

i like......

7.oda on 5 Kasım 2008 11:11 dedi ki...

"Hayat denilen yolculuğumuzda o kadar çok şeye evet diyorduk ki bazen bir “hayır” dememiz tüm evetleri siliyor...ve bizi zor durumda bırakıyordu. "

bir cümleyle hayatın özetini çıkarmışsın alper..

aralık ayının tümcesi olarak (ay tümceleri) kullanabilir miyim?

Biraz on 5 Kasım 2008 15:23 dedi ki...

Selam, tabii ki kullanabilirsin memnun olurum.

 

Blog Listem

Hayattan ve Masallardan Biraz Copyright © 2009 WoodMag is Designed by Ipietoon for Free Blogger Template